Perşembe, Kasım 29, 2007

"bloguna yazmaya değer bir şarkı" dedi gece Hikmet, yollarken linki. ( http://www.youtube.com/watch?v=NznJiPk-6WI ) muhtemelen, benim gözümde kendisinin en güzel şarkıdan bile daha fazla bloguma yazılmayı hakettiğini bilmeden... hayatımdaki çok nadir insanı dahil ettiğim, "beraber vakit geçirilmese bile çok sevilenler" grubundan biri o ve her sözü tahmininden daha kıymetli :)

tabii, dinledim şarkıyı, hatta sadece dinlemekle kalmadım, izledim. sadece izlemekle de kalmadım, bir daha, bir daha, bir daha izledim. söz-müzik: sezen aksu, çalan: enbe orkestrası, söyleyen: mustafa ceceli... izlemek dinlenmekten daha çok fazla etki bırakıyor insanda... sözleri mi? işte:

unutmadım, unutamam
kara sevdam merak etme
yaşamaksa yaşadım lakin
canımın çoğu kaldı sende

pişman mıyım asla
güzelleştim yasla
sevmedim mi sevdim evet
senden sonra ihtirasla

ama benim ciğerim yanar
ten oyalanır, can kanar
iki gözüm iki çeşme haberin yok
içerime içerime akar

"güzelleştim yasla" ve "ten oyalanır" diyor ya mustafa abim, bi de "içerime içerime akar", bi de bi de "canımın çoğu kaldı sende" diyor hani, içim gidiyor sanki... şöyle demiştir büyük düşünür arkadaşım Gonca, "Bir insan evladı yaşamı boyunca hissettiği tüm duyguları hiç bir söze gerek duymaksızın Sezen Aksu şarkıları ile ifade edebilip, cümle kurmaya ihtiyaç duymaz mı?" evet, duymaz, katılıyorum kendisine...

Perşembe, Kasım 22, 2007

Ne zamandır, vizyondaki bir film hakkında yorum yapmadım. Çok sinemaya gitmiyorum aslında, daha ziyade filmleri evlerde, minderlerin üstünde, ayaklarımı uzatarak, etrafta sadece sevdiklerimle, önümde yemek, elimde kadeh ve istediğim zaman ara verebilme lüksü içinde izlemeyi tercih ediyorum. Neyse hazır bir filme gitmişken ve bana göre yorumum sizleri vakit ve nakit kaybından kurtarabilecekken paylaşayım diyorum. Garfield Gets Real'e gittim geçenlerde. Aman diyim sakın gitmeyin! Bu kadar çizgi film düşkünüyümdür, her tür animasyonu severim, ama bu hakikaten kötüydü. Bi kere Garfield, o süper şahsına münhasır karakterini doğru düzgün yansıtmıyordu. Her zaman büyükleri güldürebilecek nitelikteki esprileri filmde ancak 3-5 yaş arası çocuklara hitap ediyordu. Hatta onlar da espriden ziyade ekrandaki düşüp kalkan renkli kediler ve köpeklerle ilgilendiğinden eğlenir. İşte öyle. Bu arada sanırım bir ilke imza attım kendi çapımda ve bir filmin tamamını izlemeden terk ettim salonu...

Çarşamba, Kasım 21, 2007

Bu mudur yani dünyanın kuralı? Gecenin sonunda kazanan hep çok makyajlı olan mıdır? Saklayan mıdır, yüzü gibi yüreğini de? İki kelimeyi bir araya getirip konuşamayan, şişenin kapağını açamayan, üç yudumda sarhoş olan mıdır? Tercih hep güzelden yana mıdır içten olandansa, cilveliden mi merttense? Standartlara uygun olanlar mıdır hep gözdeler? Tek bir noktadan yapılmış gibi üretimleri, aynı boyalı saça, aynı renk fara, aynı marka bluza sahip binlerce olduğu umursanmadan, onlardan biri mi seçilir her zaman? Altındaki arabadansa aklına, pahalı hediyelerdense iki satır nota, gittiği mekanlardansa sokak köpeğine tavrına bakanlar, boyalı dudakların yanında hep sadece sevimli bulunan küçük kız gibi mi kalırlar?

Salı, Kasım 20, 2007

zakkum diye bi grup var, hatta meşhur oldular sanırsam. kaç seferdir tunalı civarında posterlerini görüp merak ediyordum, dinledim geçen gece. degisik ve yumusak bi tip solistleri, ama sesi fena degil. tunali gölgede cıkıyorlar. sanirim en azindan bi kere daha gidebilirim...

Pazartesi, Kasım 19, 2007

Hiç takılmadı gözlerim grubun solistine, hep arkalara baktım ben konserlerde; söylemek yerine çalanlara, çalarken kendince eğlenenlere, seyirciyle ilgilenmeyenlere... Şimdi düşünüyorum da, insan her yerde aynı galiba ve her yer, her olay bir ayna... Öyle ki, beni bulanlardan çok, benim bulduklarımı sevdim hep. Boş laflara değil davranışlara baktım. Başkalarının göremediklerini gördüm, kimsenin umursamadığı hareketlere vuruldum. Arka sıralardan çekip çıkarttım aşklarımı hep, artist tiplerde bir şey bulamadım. Düşünüyorum da, insan her yerde aynı galiba ve her yer, her olay bir ayna...
İnsan, beyniyle kalbinin buluştuğu yerlerde dolanmalı...

Perşembe, Kasım 15, 2007

Kesin şaşırcaksınız, kimse tipimden beklemiyor çünkü, ama ben arada ostim radyo dinliyorum:) Nerden ve nasıl oldu bilmiyorum ama bi şekilde arabamdaki kanallardan biri olmuş bu radyo ostim. Türkü çalıyo hep ya da en azından ben hep o zamanlarına denk geliyorum. bazen çok hüzünlü bazense acaip komik geliyor, bu sabahki favorim şuydu mesela, bi tane kızımız, fingir fingir bi şekilde,
"aynalı körük olmazsa ben gelin gitmem,
ud kemani çalmazsa aynalı körüğe de binmem."
diye bişi söylüyodu. kihkihki:D pek hoşuma gitti.
İçmek güzeldir, dans etmek de, daha güzeli bunları öğrencilerle birlikte yapabilmektir... Bu yüzden dün gece bana göre çok güzeldi:) Sabahındaysa 2 soru var aklımda,
1) öğrenciler de biz hocalarıyla birlikte olmaktan zevk alıyor mu?
2) benim de benle vakit geçirip, eğlenmekten zevk alan hocalarım var mı?
Not: İçmeden dans edebilmek en güzelidir, ama bunu başarabilen çok insan tanımıyorum, bi ben bi turgay işte...

Çarşamba, Kasım 14, 2007

Adem abi odayı süpürüyor geçen, içeri elimde kağıtlarla girdim, bunları okumam lazım dedim Meryem'e . eeh! diye celallendi Adem abi, lafa yetişti köşeden, gözün şişmiş okumaktan, hala okuyacam diyosun :D halim harap anlaşılan :)

Big Fish diye bir film izledim geçen gün, hani şu Turgay'la izlediğimiz, oldu olacak onun hakkında da yazayım. Öncelikle filmin türüne dram demişler, ancak o kadar da acıklı değildi. (Neyse ki, değildi; ben kaldıramıyorum. Sırf bu yüzden babam&oğlum'u hala izleyemedim)

"William Bloom, babası kanser nedeniyle ölüm döşeğinde olduğu için, aile evine geri döner. Gezgin bir satıcı olan babasını yakından tanımak için, efsanevi bir kişiliği olan adamın gençliğinde yaşadıklarına dair öyküler toplamaya başlar. Babasının yaşadıklarına dair efsaneler ve mitler, bir puzzle'ın parçaları gibi yerine oturacak ve anlaşılması güç olan adamın yaşamını zaferleriyle ve zaaflarıyla ortaya dökecektir." filmin konusu buydu ama devamlı adamın eski maceralarini izlediğinizden o kadar etkilenmiyorsunuz, ölüm döşeğinde olmasından...

Hikaye adamın kasabalarının gölündeki hiç kimsenin yakalamayı beceremediği, kocaman bir dişi balığı yakaladığını anlatmasıyla başlıyor. Her yol, her tür yem deneniyor, ancak adamın aklına sonunda başka bir fikir geliyor ve çıkarıp oltanın ucuna evlilik yüzüğünü takıyor. Böylece yakalıyor. Ve işte filmin en güzel repliği de burada geliyor:

-O gün anladım ki, yakalayamadığın o kadını elde etmek için ona evlenme teklif etmen gerekir.-
Geçen hafta baleye gittim, izlenimlerimi gecikmeli olarak yazacağım. Her ne kadar üzerimde yazıların günü gününe olması gerektiğine dair bir baskı hissetsem de, gördüğünüz gibi fazla umursamıyorum.

Kuğu Gölü'nü izledim, daha önce de izlemiştim tabii ki, ama zaten sanırım oynamakta olan bütün baleleri izledim. Her neyse bale severim, yeni bir şeyler izlemeyi tercih etsem de, tekrar tekrar izlemek de sıkmıyor.

Daha evvel de gözlemlediğim, ancak bu sefer fazlaca gözüme batan bir şey vardı ki sizlerle onu paylaşmak istiyorum. Tahmin ediyorum, baleye ilgili az sayıda erkek olduğundan, elde ne varsa o kullanılıyor, kim bilir belki de kıtlıktan dolayı doğru düzgün seçme bile yapılamıyor. Kızlarımızın / kuğularımızın şöyle hepsi bir boy, çıtır çıtır, güzel güzel dans ediyorlar, erkeklerimize ise fazla uzun, fazla kısa, sıska, tombul gibi çok çeşitli sıfatlar yakıştırılabiliyor. Bu sıfatların yanı sıra hepsinin iyi dans ettiği de söylenemez. Sanırım içlerindeki en iyi balet haliyle esas oğlandı, o da arada, bir erkek için ellerini fazlaca kız gibi oynatıyordu...

Tüm bu eleştirilerin yanı sıra yine, yeniden izlenmeye değerdi, değdi de...
En bitti dediğin anda, bir kibrit çakılıp atılmış gibi benzin dökülmüş odaya; tutuşuverir kalp birden ve beliriverir aşk yeniden, dolanmaya başlar damarlarında. İşin kötüsü, hani boğulan adam vardı ya(*); o tam da öldü sandığında... Kendine yazıp çizdiğin herşeye sil baştan başlarsın işte, unuttuğunu zannettiğin, hiç umursamaz hissettiğin o anda.
Boynunun kuytusunun o hiç değişmez kokusu gelmiştir belki burnuna, parmağı dokunmuştur koluna, bir şarkı çalmıştır sana ya da oturmanız yetmiştir yanyana. Böylece aylardır karşılaşma anı için elinde tuttuğun baltan kayıp düşüverir toprağa...

(*) 26 Ekim 2007 tarihli yazıdan

Cumartesi, Kasım 10, 2007

Bugün Turgay'la buluştuk, yetmiyor ya, haftanın içinin günleri, dışında da bir araya geliyoruz.
Büyük bir markete alışverişe gittik beraber, 3'erli paketli çoraplardan aldık birer tane , birbirinin aynısı çoraplarımız var artık.
Bi de şarap aldık. O kırmızı sever, ben beyaz. O yüzden genelde bira alıyoruz:) Ama bu sefer kıyamadım ona, onay verdim kırmızıya.
Aynı torbada çoraplar ve şarapla çıktık yola. Cips de alsaydık ya diyip, küçük bir markete gittik peşinden, cips aldık ordan, bi benim bi onun istediğinden...
Sonra film seçtik beraber, o altyazıyı indirdi, ben şarabın yanına peynir kestim, cipsler çıktı bi de benim mandalinalar.
Çorapları giymeyi düşündük, sonra vazgeçtik.
Film başladı, bildim ben daha başından, ağlarım kesin dedim.
Filmi izledik, haklıymışım, ağladım ben. Görmese de anladı; ağlıyo musun lan yine dedi. Hıhı dedim...
Ağız dolusu küfretsem muhattabıma
Ya da ağlasam boğaz dolusu...
Hangisi daha iyi gelirki yaralı ruhuma?

Perşembe, Kasım 08, 2007

Bi kamyonet gördüm, "Hormonsuz Ekmek" yazıyordu üstünde, bir fırın reklamıydı. Hormon zebze-meve gibi büyüyen / yetişen şeylerle bir birliktelik yaşamıyor muydu? Ekmeğin de hormonlusu oluyordu da ben mi bilmiyordum ya da insanlar "hormonsuz ekmek" diye koca kamyonete reklam verecek kadar yalancı mı oldular? Ve tabii birileri de hormonun zararları konusunu öğrenmiş olup, doğal beslenmenin sınırları konusunda bu kadar mı bilinçsizler? Ha tabii bir de bunun fırının esprili(!) sahibinin fikri olması ihtimali var, ama reklam gayet ciddiydi. bilemedim valla...

Pazartesi, Kasım 05, 2007

umut bazen, o kadar da iyi gelmiyor sanki ruha, hatta can yakıyor... noktayı koyamamanın, defteri kapatamamanın huzursuzluğu sarıyor galiba ya da romanın sonunu bir türlü yazamamanın... "ee?" diyesi geliyor insanın...
o kadar da güzel bir durum değilse içinde bulunulan, beklemekten sıkılınıyor belki de. iyi ya da kötü, bir sonuç beklentisi içine giriliyor bir zaman sonra, illa ki bir -the end- yazısı arıyor insanın gözleri ya da bilmeyi; serinin ikinci filminin geleceğini ...

Cuma, Kasım 02, 2007

Cuma'lar güzeldir di mi ya, fazladan bi pırpır eder sanki insanın içi, ayakları biraz daha sekerek alır yolu, daha fazla ilişir gözler saate. Bu Cuma da öyle:) Bu hafta sonu da yokum şehirde... Neler mi var planımda:
1) müzik
2) eğlence
3) uzun zamandır görüşülmemiş arkadaşlar
4) yeni tanışılacaklar
5) tequila
6) votka

e daha ne olsun:)