Cumartesi, Aralık 29, 2007

niye azaldı yazılarım son günlerde ben de bilmiyorum, aslında başucundaki defterime karalanmış yazılar var, niyeyse sonlarını bir türlü bağlayıp da buraya aktaramıyorum. karışık hallerdeyim sanırım. her son bir başlangıç ve her başlangıç da bir son demek ya, işte ondan bocalıyorum. seviniyorum bir yandan başlangıcıma ve üzülüyorum her son gibi bu sona da...

Perşembe, Aralık 27, 2007

pilates halt etmiş. duyuyorum milletten hiç çalışmayan kaslarım çalıştı pilatesle cart curt diye. geçiniz pilatesi, şiddetli öksürük tavsiye ediyorum... hatta bugünlerde beni arar buluşursanız, rahatlıkla sizinle paylaşabilirim yeni yöntemimi, sonra evde kendi kendinize çalışırsınız:)

Pazartesi, Aralık 24, 2007

öksürmekten ciğerlerim iç organımdan sayılmaktan çıktı, boğazım tahriş olmanın ötesine geçti, "daha rahat öksürebilmek" için kendi kendinin yarısını yok etti. karnım da halihazırda bulunan 4 baklava, 6 ya çıkarak, büyük ikramiyeyi tutturdu...

hastalığı hiç mi hiç sevmiyorum. kendisi de beni sevmiyo zaten, çünkü onu tanımamazlıktan geliyorum. "hastasın ulen" diyo sanki bana, yoo diyorum ben, nerden çıkarıyosun... gerçi bu kadar inat etmeyip, ilaç içsem votka yerine, 8 saat uyusam en azından, 4 yerine. daha iyi olacak gibi...

Cuma, Aralık 21, 2007

bunca zamandır girmedin girmedin, şimdi noldu da girdin diyebilirsiniz haklısınız. msnden mi sormadınız, mailler mi atmadınız, hatta telefonlar da açtınız, ama yetmedi:D neyse, ikna edici birinden, ikna edici bi konuşma dinledim diyelim:) ve artık ben de bir facebooklu oldum. milletin nasıl olup da saatlerini facebookta harcayabildigini daha iyi anlayabiliyorum artik. yahu benim sümüklü sersem sepelek bi ilkokul arkadaşım vardı evlenmiş, çocuğu var kaç yaşında. eski aşklarım, sınıf arkadaşlarım ohooo, dünyanın 4 bir yanına dağılmışlar... hadi bakalım, feysbuk maceram hayırlı olsun diyor, kırmızı kurdeleyi koca bir makasla kesiyorum:)

Cumartesi, Aralık 15, 2007

Ne boynu bükük bir çiçek, ne yağmurlu bir hava yetmez benzetmeye hüznünü. Tuz buz olmuş camlar, etrafa saçılmış tozlar da yavan kalır, kırık kalbinin yanında. Anlaşılamaz gelir derdin, anlatılamaz hatta. Beyaz kağıtlar, kalemler boşuna dolanır yanıbaşında. Boşuna bir çaba dile dökmek; boşu boşuna. Bir yazar bir karalarsın ancak durmadan. Mısralar çalmak gelir içinden yalnızca, birilerinin niye "kara" sıfatını yakıştırdıklarını yeni yeni anladığın, kara sevdalardan...
"iki satırlık adamları musallat ettik ömrümüze,
bundandır böyle dibe vuruşumuz"

Çarşamba, Aralık 12, 2007

Şizofren Aşka Mektup

"Şizofren Aşka Mektup" diye bir kitap okuyorum bugünlerde, Cezmi Ersöz'ün. Sanırım bir ara listelere girmişti, ben biraz geriden takip ediyorum da gündemi. Evdeki kütüphanede yeni bir kitap arıyordum kendime, bunu gördüm, okumaya karar verdim. Arka kapaktan alıntı yaparım genelde ama içinden, bana daha çok hitap eden birkaç cümle yazmayı daha uygun buldum bu sefer:

KADINDAN: çünkü seni sevmek direnmekti sevgili... güçsüz olanı acımasızca yok eden bu kentin hoyratlığına ve senin için, artık inanmaktan vazgeçtiğin, yaşadığın hayal kırıklıklarıyla çok uzun zamandır kaybettiğin o aşk duygusunun gerçekliğinin canlı ispatı olmaya direnmekti. Kalbine inançla aşk tohumları ekmekti seni sevmek.


ERKEKTEN: ...kesik kesik ağlıyordum... önce ona, sonra gecikmiş bütün pişmanlıklarıma ve bu hayatta içimdeki sevgiyi bile koruyamayan o zavallı doğrularıma...

Salı, Aralık 11, 2007

gece 00:22, ders çalışıyorum, daha da çok var. koca iki parça çikolatayla geldi annem elinde ve çok asık bulmuş olmalı ki yüzümü, şöyle dedi:
-sana mutluluk getirdim...

Pazartesi, Aralık 10, 2007

bugün derste yoklamanın üzerine 10.09.07 şeklinde tarih attım. üstelik hangi ayda olduğumuzu düşünüp öyle yazdım tarihi. hoca kağıdı aldı, eylül'ü buraya sen mi yazdın dedi. eveet dedim, gevrek gevrek, niye sorduğuna anlam veremeden. -biraz geçti onun üstünden- dediler, o an fark ettim... peki ben neden aralık'ın gelişini kabullenemedim? sebebi ne olabilir?
a) küresel ısınma
b) yeni yıl hediyesi almaya üşenme
c) sevgilimin olduğu aya geri dönme isteği
d) aralık'ta çok çalışmam gerekliliği
e) gerizekalılığım
Eglenceli bir gece tarifi:

Gerekli malzemeler:

1 şişe Nemiroff Ballı Biberli,
2 shot bardağı, (yoksa türk kahvesi fincanı da olur:)
1 limon,
1 adet çok sevdiğiniz kişi, (ortak alkol geçmişiniz olması tercih sebebidir)
1 adet sağlam playlist



Hazırlanışı:

Limonu büyük D'ler olacak şekilde parçalara ayırın, sevdiğiniz kişiyi karşınıza oturtun, beraber playlisti hazırlayın. Ardından votkayı bardaklara dökün, herhangi bir maddeyle karıştırmadan, önce şerefe kaldırıp, tokuşturmak suretiyle, shot şeklinde için, votka içinizi yakana kadar bekleyip, bir parça limonu yiyin. 5'er dakikalık aralıklarla, şişenin dibini görene kadar, votkaları tazeleyin.

NOT: 2 kişiye en az 1 şişe düşecek şekilde malzemeler ayarlanarak, 2 (4 kişilik) ya da 3 ölçü (6 kişilik) -eğlenceli gece- hazırlanabilir. afiyet olsun...

Bir ben miyim, damarlarında asil kan dolaşan, bir ben miyim ülkesinin halini harap bulan? Değilim di mi? Eminim değilim, ama daha duyarlı olabiliriz sanki...

Dün Tandoğan'da "Bağımsız Yargı" mitingindeydim... Bir kaç foto ve genel bilgileri aşağıdaki linkte bulabilirsiniz.


Oradan bir iki alıntı yaparsam;
İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Başkanı Avukat Nazan Moroğlu, taslağın kadınları eşit haklardan uzak tutup toplumun korunmaya muhtaç bir kesimi olarak gösterdiğini vurguladı. (engelliler & yaşlılarla aynı kefeye koymuşlar kadınları, haliyle haklarını da sınırlamışlar)

Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süheyl Batum, hukukun korunduğu iddia edilen yeni anayasa taslağına göre, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 17 üyesinden 9’unu seçme hakkının hükümete bırakıldığını kaydetti. Aynı taslağın YÖK’ün 11 üyesinden 6’sını, Danıştay üyelerinin de dörtte birinin seçimini Bakanlar Kurulu’na bıraktığını anlatan Batum, “Sonra da bizim bunun demokratik ve sivil bir anayasa olduğuna inanmamızı bekliyorlar” dedi. (az çok matematik bilen herkes 17'de 9'un da, 11'de 6'nin da yarıdan 1 fazlayı, yani oy çokluğunu sağladığını, 17'de 17 ya da 11'de 11 de deseler o oylamadan aynı sonucun çıkacağını bilir...)

ooof oofff...

Perşembe, Aralık 06, 2007

Yazamadım yine ne zamandır. Pek hareketli bir 10 gun geçirdim, ondan herhalde. Neler mi oldu
geçtiğimiz günlerde, kardeşim ufak bi kaza yaptı mesela, arabanın önünde bir delik var, hala da yapılmadı... Sonracığma evde kazan patladı, bu sebeple kalorifer ve su kesintisi yaşadık bi müddet, onu yaptırmakla uğraştık, yok para çek, eve para bırak, kazancıyla pazarlık et, eski tamiratların dökümünü çıkar vs. ha bu arada annemlerin bu bahsi geçen süre zarfında evde olmadığını ve benim geçici aile reisi olduğumu söylemeliyim. Baba olmıycam ben büyüyünce, çok zor iş valla. Babama da söyledim hatta döndüklerinde, -baba olamazsın zaten de, emin ol annelik daha zor- dedi, annelikten de bi parça yaşamadım desem yalan olur, kardeşim her gece yetiştirmesi gereken işler sebebiyle geç dönüyordu eve, saat başı uyanıp -nerdesin, gel artık, dikkat et sis çöktü, yağmur yağdı-, falan gibi klasik anne konuşmaları yaptım, tabii bi de hastane kısmı var, ona birazdan gelicem. Neyse konuya dönelim; yine kardeşimin yanlış zamanda yanlış yerde bulunması (arka sokaklarda bi gece yarısı sanmayın, gündüz vakti parkta bulunması söz konusu) yüzünden yediği yumruğa ilişkin bi dava vardı, onu da bu arada atlattık, tabii karşı taraftaki pisliğin (it-man adını taktım kendisine) kardeşime iftira attığını, bu yüzden kardeşimin ağır hakaretle suçlandığını, ikisi de suçlandıkları şeyden ceza alsalar kardeşimin 1 yıl, adamın 3 ay alacağını, artııııı adamın soyu sopu gereği adliyede sopa yiyeceğimizden korktuğumuzu, bu sebepten mahalleyi toplayıp gittiğimizi belirtmeliyim… Buna ek olarak kardeşimin ürtiker geçirdiğini / olduğunu (hangi fiille kullanılıyor ki acaba) bu yüzden 2 gün hastaneye taşındığımızı, serum, iğne, doktor, hemşire, eczane arasında mekik dokuduğumuzu. Bu süre zarfında yine kardeşimin organizatörü olduğu büyük bir gecenin hazırlıklarının tamamlanması gerektiğini, bir de ortalama 3 dakikada bir çalan telefonları, hastanede çekmediği için benim çıkıp onun telefonunu cevapladığımı, gerekli işleri hallettiğimi, ilaçlar yüzünden araba kullanamadığından onu bi yerlere bırakma işini de benim yaptığımı söylemeden geçemiycem. İşte öyle :) Neyse en kötü haftamız böyle olsun…

Pazartesi, Aralık 03, 2007

Gece gelince Beytepe'ye,
Gider herkes,
Bi ben, bi de bildik dost durur yerinde.

Kime olur ki başka,
Meydan kalır ikimize.

Koridor bi başka görünür göze,
Mutfak bir başka.

Müziğin sesi açılır,
Yemek ısmarlanır.
Çalışılır tatlı tatlı.

Gecesiyle gündüzü bölümün,
birbirinden ne kadar da farklı :)

Perşembe, Kasım 29, 2007

"bloguna yazmaya değer bir şarkı" dedi gece Hikmet, yollarken linki. ( http://www.youtube.com/watch?v=NznJiPk-6WI ) muhtemelen, benim gözümde kendisinin en güzel şarkıdan bile daha fazla bloguma yazılmayı hakettiğini bilmeden... hayatımdaki çok nadir insanı dahil ettiğim, "beraber vakit geçirilmese bile çok sevilenler" grubundan biri o ve her sözü tahmininden daha kıymetli :)

tabii, dinledim şarkıyı, hatta sadece dinlemekle kalmadım, izledim. sadece izlemekle de kalmadım, bir daha, bir daha, bir daha izledim. söz-müzik: sezen aksu, çalan: enbe orkestrası, söyleyen: mustafa ceceli... izlemek dinlenmekten daha çok fazla etki bırakıyor insanda... sözleri mi? işte:

unutmadım, unutamam
kara sevdam merak etme
yaşamaksa yaşadım lakin
canımın çoğu kaldı sende

pişman mıyım asla
güzelleştim yasla
sevmedim mi sevdim evet
senden sonra ihtirasla

ama benim ciğerim yanar
ten oyalanır, can kanar
iki gözüm iki çeşme haberin yok
içerime içerime akar

"güzelleştim yasla" ve "ten oyalanır" diyor ya mustafa abim, bi de "içerime içerime akar", bi de bi de "canımın çoğu kaldı sende" diyor hani, içim gidiyor sanki... şöyle demiştir büyük düşünür arkadaşım Gonca, "Bir insan evladı yaşamı boyunca hissettiği tüm duyguları hiç bir söze gerek duymaksızın Sezen Aksu şarkıları ile ifade edebilip, cümle kurmaya ihtiyaç duymaz mı?" evet, duymaz, katılıyorum kendisine...

Perşembe, Kasım 22, 2007

Ne zamandır, vizyondaki bir film hakkında yorum yapmadım. Çok sinemaya gitmiyorum aslında, daha ziyade filmleri evlerde, minderlerin üstünde, ayaklarımı uzatarak, etrafta sadece sevdiklerimle, önümde yemek, elimde kadeh ve istediğim zaman ara verebilme lüksü içinde izlemeyi tercih ediyorum. Neyse hazır bir filme gitmişken ve bana göre yorumum sizleri vakit ve nakit kaybından kurtarabilecekken paylaşayım diyorum. Garfield Gets Real'e gittim geçenlerde. Aman diyim sakın gitmeyin! Bu kadar çizgi film düşkünüyümdür, her tür animasyonu severim, ama bu hakikaten kötüydü. Bi kere Garfield, o süper şahsına münhasır karakterini doğru düzgün yansıtmıyordu. Her zaman büyükleri güldürebilecek nitelikteki esprileri filmde ancak 3-5 yaş arası çocuklara hitap ediyordu. Hatta onlar da espriden ziyade ekrandaki düşüp kalkan renkli kediler ve köpeklerle ilgilendiğinden eğlenir. İşte öyle. Bu arada sanırım bir ilke imza attım kendi çapımda ve bir filmin tamamını izlemeden terk ettim salonu...

Çarşamba, Kasım 21, 2007

Bu mudur yani dünyanın kuralı? Gecenin sonunda kazanan hep çok makyajlı olan mıdır? Saklayan mıdır, yüzü gibi yüreğini de? İki kelimeyi bir araya getirip konuşamayan, şişenin kapağını açamayan, üç yudumda sarhoş olan mıdır? Tercih hep güzelden yana mıdır içten olandansa, cilveliden mi merttense? Standartlara uygun olanlar mıdır hep gözdeler? Tek bir noktadan yapılmış gibi üretimleri, aynı boyalı saça, aynı renk fara, aynı marka bluza sahip binlerce olduğu umursanmadan, onlardan biri mi seçilir her zaman? Altındaki arabadansa aklına, pahalı hediyelerdense iki satır nota, gittiği mekanlardansa sokak köpeğine tavrına bakanlar, boyalı dudakların yanında hep sadece sevimli bulunan küçük kız gibi mi kalırlar?

Salı, Kasım 20, 2007

zakkum diye bi grup var, hatta meşhur oldular sanırsam. kaç seferdir tunalı civarında posterlerini görüp merak ediyordum, dinledim geçen gece. degisik ve yumusak bi tip solistleri, ama sesi fena degil. tunali gölgede cıkıyorlar. sanirim en azindan bi kere daha gidebilirim...

Pazartesi, Kasım 19, 2007

Hiç takılmadı gözlerim grubun solistine, hep arkalara baktım ben konserlerde; söylemek yerine çalanlara, çalarken kendince eğlenenlere, seyirciyle ilgilenmeyenlere... Şimdi düşünüyorum da, insan her yerde aynı galiba ve her yer, her olay bir ayna... Öyle ki, beni bulanlardan çok, benim bulduklarımı sevdim hep. Boş laflara değil davranışlara baktım. Başkalarının göremediklerini gördüm, kimsenin umursamadığı hareketlere vuruldum. Arka sıralardan çekip çıkarttım aşklarımı hep, artist tiplerde bir şey bulamadım. Düşünüyorum da, insan her yerde aynı galiba ve her yer, her olay bir ayna...
İnsan, beyniyle kalbinin buluştuğu yerlerde dolanmalı...

Perşembe, Kasım 15, 2007

Kesin şaşırcaksınız, kimse tipimden beklemiyor çünkü, ama ben arada ostim radyo dinliyorum:) Nerden ve nasıl oldu bilmiyorum ama bi şekilde arabamdaki kanallardan biri olmuş bu radyo ostim. Türkü çalıyo hep ya da en azından ben hep o zamanlarına denk geliyorum. bazen çok hüzünlü bazense acaip komik geliyor, bu sabahki favorim şuydu mesela, bi tane kızımız, fingir fingir bi şekilde,
"aynalı körük olmazsa ben gelin gitmem,
ud kemani çalmazsa aynalı körüğe de binmem."
diye bişi söylüyodu. kihkihki:D pek hoşuma gitti.
İçmek güzeldir, dans etmek de, daha güzeli bunları öğrencilerle birlikte yapabilmektir... Bu yüzden dün gece bana göre çok güzeldi:) Sabahındaysa 2 soru var aklımda,
1) öğrenciler de biz hocalarıyla birlikte olmaktan zevk alıyor mu?
2) benim de benle vakit geçirip, eğlenmekten zevk alan hocalarım var mı?
Not: İçmeden dans edebilmek en güzelidir, ama bunu başarabilen çok insan tanımıyorum, bi ben bi turgay işte...

Çarşamba, Kasım 14, 2007

Adem abi odayı süpürüyor geçen, içeri elimde kağıtlarla girdim, bunları okumam lazım dedim Meryem'e . eeh! diye celallendi Adem abi, lafa yetişti köşeden, gözün şişmiş okumaktan, hala okuyacam diyosun :D halim harap anlaşılan :)

Big Fish diye bir film izledim geçen gün, hani şu Turgay'la izlediğimiz, oldu olacak onun hakkında da yazayım. Öncelikle filmin türüne dram demişler, ancak o kadar da acıklı değildi. (Neyse ki, değildi; ben kaldıramıyorum. Sırf bu yüzden babam&oğlum'u hala izleyemedim)

"William Bloom, babası kanser nedeniyle ölüm döşeğinde olduğu için, aile evine geri döner. Gezgin bir satıcı olan babasını yakından tanımak için, efsanevi bir kişiliği olan adamın gençliğinde yaşadıklarına dair öyküler toplamaya başlar. Babasının yaşadıklarına dair efsaneler ve mitler, bir puzzle'ın parçaları gibi yerine oturacak ve anlaşılması güç olan adamın yaşamını zaferleriyle ve zaaflarıyla ortaya dökecektir." filmin konusu buydu ama devamlı adamın eski maceralarini izlediğinizden o kadar etkilenmiyorsunuz, ölüm döşeğinde olmasından...

Hikaye adamın kasabalarının gölündeki hiç kimsenin yakalamayı beceremediği, kocaman bir dişi balığı yakaladığını anlatmasıyla başlıyor. Her yol, her tür yem deneniyor, ancak adamın aklına sonunda başka bir fikir geliyor ve çıkarıp oltanın ucuna evlilik yüzüğünü takıyor. Böylece yakalıyor. Ve işte filmin en güzel repliği de burada geliyor:

-O gün anladım ki, yakalayamadığın o kadını elde etmek için ona evlenme teklif etmen gerekir.-
Geçen hafta baleye gittim, izlenimlerimi gecikmeli olarak yazacağım. Her ne kadar üzerimde yazıların günü gününe olması gerektiğine dair bir baskı hissetsem de, gördüğünüz gibi fazla umursamıyorum.

Kuğu Gölü'nü izledim, daha önce de izlemiştim tabii ki, ama zaten sanırım oynamakta olan bütün baleleri izledim. Her neyse bale severim, yeni bir şeyler izlemeyi tercih etsem de, tekrar tekrar izlemek de sıkmıyor.

Daha evvel de gözlemlediğim, ancak bu sefer fazlaca gözüme batan bir şey vardı ki sizlerle onu paylaşmak istiyorum. Tahmin ediyorum, baleye ilgili az sayıda erkek olduğundan, elde ne varsa o kullanılıyor, kim bilir belki de kıtlıktan dolayı doğru düzgün seçme bile yapılamıyor. Kızlarımızın / kuğularımızın şöyle hepsi bir boy, çıtır çıtır, güzel güzel dans ediyorlar, erkeklerimize ise fazla uzun, fazla kısa, sıska, tombul gibi çok çeşitli sıfatlar yakıştırılabiliyor. Bu sıfatların yanı sıra hepsinin iyi dans ettiği de söylenemez. Sanırım içlerindeki en iyi balet haliyle esas oğlandı, o da arada, bir erkek için ellerini fazlaca kız gibi oynatıyordu...

Tüm bu eleştirilerin yanı sıra yine, yeniden izlenmeye değerdi, değdi de...
En bitti dediğin anda, bir kibrit çakılıp atılmış gibi benzin dökülmüş odaya; tutuşuverir kalp birden ve beliriverir aşk yeniden, dolanmaya başlar damarlarında. İşin kötüsü, hani boğulan adam vardı ya(*); o tam da öldü sandığında... Kendine yazıp çizdiğin herşeye sil baştan başlarsın işte, unuttuğunu zannettiğin, hiç umursamaz hissettiğin o anda.
Boynunun kuytusunun o hiç değişmez kokusu gelmiştir belki burnuna, parmağı dokunmuştur koluna, bir şarkı çalmıştır sana ya da oturmanız yetmiştir yanyana. Böylece aylardır karşılaşma anı için elinde tuttuğun baltan kayıp düşüverir toprağa...

(*) 26 Ekim 2007 tarihli yazıdan

Cumartesi, Kasım 10, 2007

Bugün Turgay'la buluştuk, yetmiyor ya, haftanın içinin günleri, dışında da bir araya geliyoruz.
Büyük bir markete alışverişe gittik beraber, 3'erli paketli çoraplardan aldık birer tane , birbirinin aynısı çoraplarımız var artık.
Bi de şarap aldık. O kırmızı sever, ben beyaz. O yüzden genelde bira alıyoruz:) Ama bu sefer kıyamadım ona, onay verdim kırmızıya.
Aynı torbada çoraplar ve şarapla çıktık yola. Cips de alsaydık ya diyip, küçük bir markete gittik peşinden, cips aldık ordan, bi benim bi onun istediğinden...
Sonra film seçtik beraber, o altyazıyı indirdi, ben şarabın yanına peynir kestim, cipsler çıktı bi de benim mandalinalar.
Çorapları giymeyi düşündük, sonra vazgeçtik.
Film başladı, bildim ben daha başından, ağlarım kesin dedim.
Filmi izledik, haklıymışım, ağladım ben. Görmese de anladı; ağlıyo musun lan yine dedi. Hıhı dedim...
Ağız dolusu küfretsem muhattabıma
Ya da ağlasam boğaz dolusu...
Hangisi daha iyi gelirki yaralı ruhuma?

Perşembe, Kasım 08, 2007

Bi kamyonet gördüm, "Hormonsuz Ekmek" yazıyordu üstünde, bir fırın reklamıydı. Hormon zebze-meve gibi büyüyen / yetişen şeylerle bir birliktelik yaşamıyor muydu? Ekmeğin de hormonlusu oluyordu da ben mi bilmiyordum ya da insanlar "hormonsuz ekmek" diye koca kamyonete reklam verecek kadar yalancı mı oldular? Ve tabii birileri de hormonun zararları konusunu öğrenmiş olup, doğal beslenmenin sınırları konusunda bu kadar mı bilinçsizler? Ha tabii bir de bunun fırının esprili(!) sahibinin fikri olması ihtimali var, ama reklam gayet ciddiydi. bilemedim valla...

Pazartesi, Kasım 05, 2007

umut bazen, o kadar da iyi gelmiyor sanki ruha, hatta can yakıyor... noktayı koyamamanın, defteri kapatamamanın huzursuzluğu sarıyor galiba ya da romanın sonunu bir türlü yazamamanın... "ee?" diyesi geliyor insanın...
o kadar da güzel bir durum değilse içinde bulunulan, beklemekten sıkılınıyor belki de. iyi ya da kötü, bir sonuç beklentisi içine giriliyor bir zaman sonra, illa ki bir -the end- yazısı arıyor insanın gözleri ya da bilmeyi; serinin ikinci filminin geleceğini ...

Cuma, Kasım 02, 2007

Cuma'lar güzeldir di mi ya, fazladan bi pırpır eder sanki insanın içi, ayakları biraz daha sekerek alır yolu, daha fazla ilişir gözler saate. Bu Cuma da öyle:) Bu hafta sonu da yokum şehirde... Neler mi var planımda:
1) müzik
2) eğlence
3) uzun zamandır görüşülmemiş arkadaşlar
4) yeni tanışılacaklar
5) tequila
6) votka

e daha ne olsun:)

Çarşamba, Ekim 31, 2007

İstanbul gezimden bahsetmeliyim sanırım. Sanatsal yönü ağır bir gezi olduğu kesin. O sebeple ben de deniz kenarındaki demlik çay sefasını, köprü manzaralarını, martıları, İstiklal Caddesi'nde geçen zamanlarımı bir kenara bırakarak sanatsal yönünden bahsedeceğim. Hep kitap / film mi tavsiye edeceğim yahu. Biraz da güzel sanatlara girelim. Bienal'i ve Tüyap 17. İstanbul Sanat Fuarını ayrıca Pera Müzesi'ni gezdim. Tüm bu gezilerimin sonucunda, 3 alanda en güzelleri seçtim...

  • resimde Osman Akbay

Resimlerinin bir kısmını http://www.sevgisanatgalerisi.com/user/Gallery.aspx?id=2 linkinden görebilirsiniz. Hatta sağa bir tane koydum. Ancak emin olun ilerleme kaydetmiş, tüyap'taki resimleri çok daha güzeldi.


          • videoda Haluk Akakçe,
            Şu solda gördüğünüz, animasyonlarından birinin bir sahnesi, gölgeyi, hareketi, gölgelerin kesişmesini vs. pek güzel vermişti. Bi de bol bol çarkların olduğu bir videosu vardı ki, o da bir bu kadar güzeldi...





          Durak gerçekten güzel bir çalışma yapmış, belki de son günlerdeki derin bir yaraya parmak basarak kültürel farklılıklara eğilmiş. Sergisinde Ermeni'lerin, Rum'ların, Laz'ların, Kürt'lerin, Sünni'lerin vs. aklınıza gelen her çeşit insanın Anadolu'daki hallerini gözler önüne sermiş. Her zaman düşündüğümü ve ortadaki kavgaya bir türlü anlam vereyemeyişimi, hepimizin bir, hepimizin kardeş ve böylesine karışmışken daha da güzel olduğumuz fikrini saç köklerime kadar tekrar hissettim.

          Cuma, Ekim 26, 2007

          Süpermarketin sebze reyonundan, bira bardağının kenarından, arabanın yan koltuğundan, torpido gözünde bekleyen kağıttan silinir aşkın izi yavaş yavaş…

          Ev anahtarının ucunda sallanmaz olur aldığı anahtarlık. Dayansın diye yürek, kurutulmuş gül görünmez bir köşeye konur. Masanın üstündeki kart tıkılır bir dolaba... Bir virüsmüşcesine flash bellekten temizlenir aşk aceleyle. Rafa kaldırılır aşkın ilk emaresi olan hediye kupa, kurulan hayallerle beraber yanında. Kahveye yeni bir anlam yüklenmeye çalışılır ve yeni hayaller kurulmaya… Tavuk kanat sevilmezler listesine girer yeniden, peynirli makarna da. Odtü’nün her köşesi silinemez diye akıldan, geçmez olur yollar artık oradan. Yasak gelir bazı şarkılara ve beraber çekilmiş fotoğraflara bakmaya…

          Boğulmakta olan adamın son çırpınışları misali, kabarır arada yürek inatla. Ve bazen kendinin, bazense bir dostun eli uzanıp, geri batırır nefes almaya çalışan adamı suya…

          Böyle bitirir insan işte aşklarını ve aşkın bitişini izlemek, boğulan bir insanı izlemek kadar üzer insanı…
          Geçen gün ki İstanbul yazımın altında çok mu içten bir dilek vardı bilmem ama gidiveriyorum hemen İstanbul'a... Kaç seferdir kaçırmıyorum Bienal'i, bunu kaçırsam ayıp olacaktı hem. İst'e gitcemm, Bienal'i gezceem, oradaki dostlarımı görcem, bi Nevizade de yaparım artık:) Yuppiii:D

          Çarşamba, Ekim 24, 2007

          Bilim uzmanı oldum ya ben şimdi, hani yüksek lisansımı tamamladım diye (bu arada masterlilarin bilim uzmanı diye bi isim aldıklarını yeni öğrendiğim gibi, bu bilim uzmanı lafını da prof’tan daha havalı bulduğumu itiraf etmeliyim. BİLİM UZMANI ya, var mı ötesi, hahah) Neyse esas gelmek istediğim nokta, ben bu afili lafın, bir master diplomasına verilmesine göz yumamayıp, bilim uzmanı olma göstergelerini yeniden yazayım dedim:

          Bölüm koridoruna antre diyecek kadar bölümü benimsemek
          Sanki eve dönecekmişçesine, gittiğin restaurant’ta çişini tutup, bölüme saklamak
          Yalnız akşam yemeklerinde karşılaşabildiğin okuldaki garsonun, saç modelindeki değişikliği bilecek kadar seni tanıması
          Sabahlamalar için çekmecende temiz tişört, masanın altında terlikler bulunması
          Bölümün buzdolabında cumartesi öğle yemeği için karnıyarık, pilav, yoğurt olması
          Bölüme keyifle gelmek,
          Her hafta sonunu burada geçirmenin dert olmaması
          Üniversitenin sabah 6’sını da, gece 3’ünü de görmüş olmak
          Dolabında battaniye ve yastığının olması
          Sabahları kalkıp dişini fırçalaman bölümde
          Arkadaşların gündüz gece ne zaman arasa önce bölümde misin diye sormaya başlaması
          Ve en önemlisi yanına gelen hoş bir erkeğin gözlerinden önce, masanın üzerine bıraktığı, kütüphaneden alındığı belli kitaba bakman…

          Pazar, Ekim 21, 2007

          Sezen & vokallerinden bir aşk hikayesi...

          Bir aşk buldum, sonsuzluğuna inandığım ve zamanla kurulduğunu sandım köprülerin, sevinci vardı içimde sağlıklı sevgilerin. Tek derdim, kuru kuru aşk değil biraz paylaşmak ya da bir şeyleri sevgiyle yaratmaktı. Oysa öyle sınırsız, öyle derin, öyle çok sevdim ki korkuttum belli ki. Kim bilir belki de sen sandığım şey benim yüreğimdi ve sen bu aşkın katiliydin yalnızca, hem bıçak hem yara sendin ne de olsa.

          Şimdi geçer geçer,daha öncekiler gibi, bu da geçer, neler neler geçmedi ki, diyerek deli divane gönlümün, kalkıp bir kara trene binmesini ve korkak olmayıp senin gibi, sevdayı gördüğü herhangi bir durakta inmesini bekliyorum. Ağlamıyorum artık, biliyorum ne de olsa acı tatlı ne varsa hazinemdir ve tıpkı acıdan geçmeyen şarkılar gibi acıdan geçmeyen insanlar da biraz eksiktir...

          aşk & arkadaşlık

          Kalbin arkadaşlıkla aşk odaları yan yanadır hani, kimi zaman birinden diğerine geçiverir insan, kimi zamansa iki odayı bağlayan koridorda sıkışıp kalır... Arkadaşlığın ötesindedir yaşananlar, ama aşkın başlama çizgisi de geride kalmıştır.

          Bazen aşk acısı paylaşılır onunla, omzunda ağlayarak; bazen bir bakışta, bir dokunuşta aşk fısıldanır gizliden. Kimi zaman dostanedir sırtını sıvazlayan eli, kimi zaman başka bir dünyaya açılır hissedersin kendini.

          Hem uygun birini bulsun, mutlu olsun ister, hem her bulduğunu kıskanırsın onun. Sanki kimsecikler yakışmaz yanına, hep daha iyisine layık olur bizimki, kim bilir öyledir de belki…

          En çok onunla eğlenilir, tıpkı en çok onun acısına iç geçirildiği gibi. Hep bir yarım kalmışlık hissi verir insana bu ilişki. Aradasındır, bazen tam ortada, çoğu zamansa sınırın bir o, bir öbür yanında. Dilinin ucuna geliverir kelimeler, sonra geldikleri gibi giderler. Nadirense, kolayca göz ardı edilebilsinler diye, bir şişe şarabın arkasına gizlenip dökülüverirler…

          Hani, “kimse bulunmazsa” 30’unda evlenilmeye söz verilir onlarla:) “Evde kalırsan, ben seni alırım” denir yalandan. İki taraf da bilir oysa, o cümlelerin ardında gizlenenleri, ikisi de görür, farklı bakan gözleri, karşıdan karşıya geçme bahanesiyle tutulan eller, yer olmayınca aynı koltuğa sıkışmalar nedendir hissederler… Gizli bir anlaşmadır sanki söz konusu olan, sözler olmadan, gözlerle imzalanan…

          Kim bilir belki de en sonsuzu, en dolusu, en güzeli budur aşkın… Ve tabii dostluğun da…

          Koridora sıkışmış aşklara, koridorda yaşayan dostlara…

          Cumartesi, Ekim 20, 2007


          Nevizade’de bir akşamdır bazen özlem… Kirli, dolambaçlı merdivenlerden çıkıp, ışıklı, dar sokağa bakan cam kenarına oturmaktır. Ne tişörtle gezilen, ne mont giyilen bir havada, babaannenin elinden çıkma bir yün hırkada saklıdır. Üşüyen elleri ceplere sokmaktır. Bir fotoğraf makinesidir, durmadan uzatabildiğin kadar uzatarak kolları, gülümseyen yüzleri karesine sığdırmaya çalıştığın... En çok gürültüyü darbukanın çıkardığı fasıl ekibine eşlik etmektir bağıra çağıra, kah gülüp kah ağlayarak, çiçek pasajına beraber geldiklerini bir bir anımsayarak... Hisar’da sucuklu yumurtadır bir sabah, çiseleyen yağmurda bir yürüyüş, Bebek’ten başlayan… Ortaköy’de bir elinde zarlar sallanırken, nargileni tüttürmektir. Martılarla dalgalanıp, dalgaların uçtuğu bir sonbahar günü, boğazı geçmektir. Herkes içerdeyken, bereni takıp dışarıda oturduğun ıslak banklarıdır vapurun ve minik çay bardağıdır eldeki. Balık – ekmektir, midye tavadır mutluluk kaynağı, midye tavayı ilk yediğin yeri yeniden bulabilmektir.

          Bir şehirdir bazen özlenen, kişiden, kimseden bağımsız, yalnızca şehirdir. Deniz kokusudur, duruşudur denizin, kalabalığı, coşkusu, vurdumduymazlığıdır o şehrin ve belki de o kalabalıkta yalnızlığını apaçık hissettirmesidir özlediğin…

          Perşembe, Ekim 11, 2007

          Can Dündar'dan "HER GÜN BAYRAM"

          Zamanla anlıyor insan: 3-4 güne sıkışmış bir tatilden öte bir şey bayram...
          Hayata rasgele serpiştirilmiş ilahi ikramlar, kıymet bilen kullara her daim bayram yaşatır.

          ***
          Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz kalınca anlarinsan... Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir; sevmeninkini yalnızlık... Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır. Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp "Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek.. . Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır. Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.

          ***
          Bir kitabı bitirmek, bir binayı bitirmek, bir okulu bitirmek, kâbuslubirrüyayı, kodeste ağır cezayı bitirmek bayramdır. Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş bir ilişkiyi bitirmek de öyle... Vuslat da bayramdır öte yandan... Endişe içinde beklediğinden mektup almak, telefonda ansızın sesini duymak, deli gibi burnunda tütenin boynuna sarılmak bayramdır. En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini bölmek, korktuğunda güvendiğine sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır. Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye, saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır. "Ona güvenmiştim, yanılmamışım" sözü bayramdır. Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...

          ***
          Yeni bir sözcük öğrenmek, bir tünelin sonuna gelmek, müzmin bir işinkapısını çarpıp uzun bir yola çıkıvermek bayramdır. Zorluklara tek başına göğüs gerebilmek, gereğinde haksızlığın üstüne yalınkılıç yürüyebilmek bayramdır. Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan ellerbayramdır. Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi, nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır. Sonrasında gelen ilk diş bayramdır, ilk söz bayram, ilk adım, ilk yazı, ilk karne bayram... Güne gülümseyerek başlamak bayramdır. "İyi ki yanımdasın" bayram, "Her şeyi sana borçluyum" bayram, "Hiç pişman değilim" bayram...

          ***
          Evlatların mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komşuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle çay demleyebilmek bayramdır. Zamanı donduran eski fotoğraflara nedametsiz bakabilmek, altı çizilmiş eski kitapları aynı inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır. Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmekbayram...

          ***
          Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram olur. Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler. Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır. Her gününüz bayram olsun.

          Perşembe, Ekim 04, 2007

          neyse deyip geçmek midir acaba dostluk?


          Kaç kişi girer ki insanın hayatına, aşk acısı çektiği için, onun seveceği "... su neylesin yanmışa, Mevlam sabırlar versin, yarinden ayrılmışa..." diyen Türk sanat müziği şarkıları seçip getiren... Dostluğun şerefine kaldırılmışken rakı kadehleri, "huysuz ve tatlı" kadın şarkısını ithaf eden ve gerçekten de her huysuzluğunu çeken... Allı pullu bir mektup yollayan uzaklara gittiğinde ve içine “ bu satırlar kesin mektubu seviyorsun ama uzun zamandır mektup almıyorsundur diye yazılıyor sana… bir de sevinesin, hoşuna gitsin, keyif alasın diye…” yazacak kadar, nelerden keyif alacağını bilen... Gecenin 10'unda eve gitmek yerine, sizin işiniz için uğraşan ve 'boş ver' dediğinizde "seni hiç yüz üstü bıraktım mı" diyebilecek kadar, bugüne değin bir kez olsun yüzüstü bırakmamış olan... Başka bir gece yarısı, sırf bölümde yalnız kalmayasın diye, bisikletine atlayıp gelmeyi teklif eden... Kaç kişi vardır ki zaten yeryüzünde, yolun ortasında tepine tepine dans edebileceğiniz, bağıra bağıra şarkı söyleyebileceğiniz kadar, “elalem ne der”den uzak. Kaç kişi vardır, içinizdeki en gizli hüznü görüp, keyiflendirmeye uğraşan, elmasını paylaşan, gizliden çikolata alan. Ve kaç kişi, sizin de her şeyinizi paylaşacağınız, ondan çok onu savunacağınız. Tarihe gömülmüş bir albüm bulduğunuzda, onun hoşuna gidecek diye, hazine bulmuş gibi sevindiğiniz ya da tatilden dönmesini dört gözle beklediğiniz… Kaç kişi...

          Pazar, Eylül 30, 2007

          Ne acı;

          Ateşin sönüp,

          Toprağa karışması.

          "Biz"in, "ben"e dönüp,

          "Sen"i bırakması.

          Ne acı, artık acının acım,

          Canının "canım" olmaması.
          cuma fasıldaydım, cumartesi de bregoviç konserinde:) bugün de hem ailevi hem de arkadaş planlarım var. dvd mi istersiniz, tabu xl mi, yok yok... dop dolu bir haftasonu kısaca. hatta o kadar dolu ki su an da bölümdeyim :( iş de var yani bu dolu haftasonunda... "5te çıkacan, haftasonu çalışmıycan, özel şirketteki gibi eziyet yok" diye diye transfer etmişlerdi beni üniversiteye ama yalanmış. kader utansın... aslında fasılı anlatmak istiyorum, konseri de şöyle ballandıra ballandıra, ama vaktim az ve yüzeysel geçilemeyecek kadar özel etkinliklerdi benim için, o yüzden erteliyorum:)

          Cuma, Eylül 28, 2007

          Goran Bregoviç Ankara'daaa! Kaçırır mıyım, tabii ki hayır, aldım biletleri, konsere damlıycam Cumartesi. şimdiden keyifleniyorum, uzun zaman oldu hem güzel bi konsere gitmeyeli. tayfa da sağlam, kesin dans da ederiz, zıplarız omuz omuza, oh oh :D

          Perşembe, Eylül 27, 2007

          3 gün yazmayıp, bir günde 3 yazı da yazabilirim işte böyle, aslında dersime oturmam lazım da, işte kaçış oluyor bu da bana:) saat olmuş akşamın 10'u, ders olmuş yalan, vicdanımı rahatlatıyorum hiç değilse bilgisayar başında oturarak. yeni kitap aldım kendime, ona başladım. Grange'ın yeni kitabı - şeytan yemini. gerilim merilim filmlerinden hiç hoşlanmam, ama nasıl olduysa, gerilim kitaplarını sevdim. dan brown'un da grange'in tum kitaplari okudum. sıra bunda... 60. sayfada falanım, iyi gidiyor, bitirince tam yorumunu yaparım sanırım. bir tek Taş Meclisi'nde hayal kırıklığına ugratmıstı beni. biraz da Siyah Kan'ın sonunda. bakalım bundan ne çıkacak...
          bi de göz doktoruna gittim dün, herhalde 1 yıldır göz doktoru hatırlatması duruyo takvimlerde, telefonlarda, sonunda başardım... dunya kadar teste girdim, bi ara da igne yaptı gözüme feci bi duyguydu, aslinda gözüm uyusuk oldugu icin cok bi acı hissetmedim, ama o ignenin gozunuze girdigini hissediyorsunuz, görüyorsunuz, ıyyk, bi düşünsenize. neyse cogu konuda saglam cıktı gözüm, sanırım rahatsızlıgımın tek sebebi varmış, o da "göz taşı"ymış, göz taşı da neyki derseniz "Safra kesesi ve böbrekte oluşan ‘taş’ hastalığı, göz kapaklarının içinde de oluşabiliyor. Üst ve alt göz kapaklarının içinde yerleşen, yanma ve batma gibi belirtilerle ortaya çıkan göz taşları kızarıklığa da yol açıyor. " işte öyle geçmiş olsun banaaa:)
          saclarımı kestirdim dün, su fotograftaki gibi biseye benzedim. bi fotografa bi aynaya bakinca benziyo ve fotodaki pek de havali duruyo, lakin ben cok da biseye benzemedim gibi hissediyorum... neyse canım kökü bizde, benzese de benzemese de... ama en onemlisi "sen kestiginde daha güzeldi" gibi yorumlar aldim ya, daha gam yemem:) artik makaslari saklamasinlar benden:D kuaföre gitmeye son! (tüm mezuniyetlerim, bütün düğünler dernekler fln dahil 10 kere gitmişimdir ancak herhalde, ama olsun)

          Pazartesi, Eylül 24, 2007

          Bu ellerin sahiplerinden biri geldi uzaklardan, başka diyarlardan:) aylar geçmiş, çok sular akmış , zor günler atlatılmış bu fotoğrafın üstünden, bugün yüzlerde gülümseme yine... Ve Cuma yine bir masanın başında buluşma... O masadan biri eksik :( ama, olsun onun şerefine de kaldırılır ne de olsa. Önce şişeler açılır sonra ürekler. Kaybedilenler kadar kazanılanlar da yatırılır masaya. kuvvetlenen bağlar, yeni dostluklar...


          Cumartesi, Eylül 22, 2007


          Zaman çok şeyin ilacı ya, ilacı aşk acısının da. Omuzları dikleşir insanın, buğusu azalır gözlerinin geçen zamanla. Uykuyla daha iyi anlaşılır olur, küslük biter, geceler “gözyaşı”, geceler “yalnızlık" olmaktan vazgeçer… Bitip tükenmek bilmeyen umut, yerini hüzne bırakır yavaş yavaş. Hele de elinden gelen her şeyi, fedakarlıkların hepsini yapmış, boşlayarak dökülen gözyaşlarını, açmışsan kalbinin tüm kapılarını, bu da yarana bir bant yapıştırır. Daha az takılır aklına dikenler ve daha da az aklına gelir güller, güzel günler. Dışarıdaki dünyayı yeniden keşfe başlarsın, 13’lük bir genç kız misali ve hissedersin, dünya da seni beklemektedir sanki. Güzelliğinden, aklından, neşenden bahseden erkekler sarar etrafını, kim bilir belki de sen yoktun, onlar hep oradalardı. Muhtemelen dışarısı gözükmeyen camdan bir fanusa kapatmıştın kendini AŞKından ve şimdi AŞKIN onu kırıp seni dışarı salan. Yaşadığın, yeniden doğuştur bir nevi. Onca zamandır görüp adını bile aklında tutma zahmeti göstermediğin adamın gözlerini yeni görebilirsin, bir başka, bir güzel, bir yeşil gelir bu sefer. Demir alma vakti yaklaşmıştır belli ki. Terk etmeli limanı artık, rüzgara açmalı yelkenleri…

          Çarşamba, Eylül 19, 2007

          Arşivden, 04 Ocak 2007

          Dünyanı aydınlatan Güneş'in battığında ya da sadece Ay'dan ibaret çıktığında; yere göğe sığdıramadığın, sevmeye doyamadığın insanın, seninle aynı geleceği planlamadığının farkına vardığında, farklı hayaller peşinde olduğunuzu, aynı hisleri paylaşmadığınızı kavradığında, tek cümleyle seni harikalar diyarından çekip çıkardığında, kendini kaptırdığın rüyadan sarsarak kaldırdığında, nefesin kesilir bir an ve gülümsemen donuverir dudaklarında. Göğsünün tam ortasına bir ağrı saplanır. Koca bir çatırtı gelir sol üst köşeden, yıkılmasa da çatlar duvarlar. Elinde olmadan sızlar burnun, yaşlar doluverir göz pınarlarına, sözcük bulamazsın sarf edecek. Kalbin sersemler ama inkar eder kırıldığını, aklınsa anlamıştır olan biteni, mantıklı bir çözüm bulma peşindedir, "Bırak gitsin" diye, bastırıverir lafı. Haklıdır aslında biraz, geçen zamana acırsın; gitmesine izin verdiklerine, seni onca sevenlere, kaybettiğin, reddettiğin sevgilere... Yaşadıkların, yaşamayı planladıkların da vazgeçilmez gelir birden... Ne yapacağını bilemez, iki arada bir derede kala kalırsın... Kalbin inat eder, koca karılar gibi, "yok canım nerden çıkartıyorsun, boşver o sözleri" derken, aklın o 2-3 dakikalık konuşmanın yadsınmayacak kadar dolu olduğunu, içinde ne çok şey barındırdığını kavrayalı çok olmuştur. Çok mantıklı bir adamsan ya da aslında o kadar çok sevmiyorsan, usulca sıyrılırsın bu maceradan, "gökten 3 elma düştü biri bana, biri ona, biri de yeni sevdiğime" diyerek... Yok içindeki o koca karı, bastırmayı başarırsa bilge adamı, kırık bir evde devam edersin yaşamaya, kesintili bir uykuda görürsün rüyayı. Elinde kalan sadece büyüsü bozulmuş bi harikalar diyarı...

          Salı, Eylül 18, 2007

          Bu gece diyorum, Manhattan diyorum... Manhattan diyince, dostum Gözde'yi anmadan edemiyorum. Bana Manhattan'i sevdiren insan:) Sensiz tadı pek olmasa da bu aksam ordayım. Epey de uzun zaman oldu aslında, üstelik son gittiğimde hayal kırıklığına da uğramıştım ama olsun diyorum, yine de diyorum, yeniden diyorum, nerden baksan bi hayat belirtisidir diyoor vee yola düşüyorum:) biliyorum iş var yarın, ve konser 12'de, biliyorum içerim de... napalim:) hemi de hazır bugün mezuniyet belgemi (=diplomami) almışken fena mı olur, ıslatmış oluruz :D

          Pazar, Eylül 16, 2007

          Elini son defa yanağıma koy istemiyorsan giderim giderim
          Serin bir sonbahar akşamında söz ismini unutur silerim silerim

          Tuttuğun kalem olsa yüreğinin elleri
          Bir defa daha yazsa bebeğim bebeğim bebeğim

          Eğer bir masal perisi girerse rüyalarına
          Öldü dersin gül güzeli, tılsımını kaybetti

          Uğruna döktüğüm gözyaşlarım için yağmurdan özür dilerim dilerim
          Kuruttuğum kızıl gülleri alıp senin için senden geçerim geçerim


          Leman Sam'ın en güzel şarkısının sonunda, serin bir sonbahar akşamındayım. ne yanağıma dokunan bir el istiyorum, ne bebeğim yazan. tılsımımı kaybettim, yağmurdan büyük bir özür diledim ve usulca geçtim senden...

          Cuma, Eylül 14, 2007

          Dayanamayıp acınası halime, kalktı içimdeki diri diri gömdüğüm aslan. Oysa, seni böylesine sevebilmek için kaldırmıştım onu ortadan. Hatırlatmak istercesine gücümü, üzülmeyi kesene kadar yüzüme vurdu üzüntümü. Kükreyip yuttu bir çırpıda saklandığım limanları, sığındığım adamı... Umursamadı bir an bile gözyaşlarımı.

          Kızdı, tüm demir kapıları ardına kadar açmama, karşında bu kadar korumasız kalmama, gurur kelimesini çıkartmama aşk tanımından ve gözyaşlarımı hiç saklamama...

          Acıma son vermek için, kaldırıp koca pençesini, söküp çıkarttı kalbimi. Üzüldüm, üzülme dedi, hakeden biri gelince veririm geri...

          özlemez mi mavi çarşaf kokumu? bahçendeki yavru kediler yemek beklemez mi benden? sahipsiz kalmaz mı çizgi film cd'leri ben yokken? LOST yeni sezonunu izletir mi tek başına? üzerinde zıpladığım minderler sormaz mı beni? ya "çay saati" anlamını yitirmez mi? aşk notlarımı aramaz mı cüzdanının gözleri? duymak istemez mi duvarlar neşeli sesimi? geldikçe şehre dostların, yarım bulmaz mı seni? saat 5'i vurduğunda çalmak istemez mi telefonun? ellerin kimsesiz hissetmez mi kendilerini? çimenler, sandviçler hatırlayıp, üzülmez mi öğle yemeklerini? basketbol şortu en çok bana yakıştığını düşünmez mi? terlikler, aramaz mı içinde küçücük kalan ayakları? çıkmak istemez mi araban beraber bir tatile daha? Tunalı sormaz mı üzerinde gezinirken, nerde seninki diye? dondurmacı adam cevizli, kestaneli bir sipariş beklemez mi? hiç mi değişmez hayatın, biraz olsun anlamsız, bir parça olsun eksik bulmaz mı kendini?

          Salı, Eylül 11, 2007


          Yine tanıdık his çalıyor kapıyı,
          Sıkı bir düğüm gelip dayanıyor boğaza,
          Burnun direğini sızlatıyor,
          Aşkın değil, ayrılığın oku saplanıyor göğse.

          Ve bildik hikaye, bildik fon müziğiyle,
          Usuldan çıkıyor sahneye.
          Göz bebeklerine can acısı,
          Sözlere cam kırıkları yerleşiyor.

          Yorulduğun için kavga vermekten,
          Namlu ondansa, kendine çevriliyor.
          Aşkın tek kişilik kısmını vuruyor saat,
          Ve kesiliyor ona yapılan yardım çağrıları.

          Çırpınmanın çözüm,
          El vermenin çare olmadığı anlaşılıp,
          Teslim olunuyor bataklığa.
          Ve yokoluş neredeyse huzurla karşılanıyor.

          Hüzün, en çok verilen emekler için,
          Hayaller için boşa kurulan.
          Ama girilen çıkmaz sokaksa,
          Geri gidilir başka yol yok bundan.

          Pazartesi, Eylül 10, 2007

          bazen, ameliyat masasında kalan, kalbidir insanın...

          Salı, Eylül 04, 2007

          geçtim ben, verdim tezi... dun hocalarimdan biri, jüriden sonra hala gergin oldugumu söyledigimde, cok uzun sürmez simdi bir bosluga düşeceksin, depresyona gireceksin dedi. o an cok anlamlı gelmemişti, ama şu an kendimi bi tuhaf hissediyorum, hayatın anlamı uçup gitti sanki, kalmadı çırpınacak bişey, düşünecek, korkacak, üzülecek, sinirlenecek, ugruna sabahlanacak... ne garip varlık insan yahu...

          Pazar, Eylül 02, 2007

          Dün döndüm tatilden ve yarın tez jürim var. Annemlerin yokluğundan istifade, bütün gün sürttüm, son gündüzümü çalışmadan geçirdiğim için zaten yeterince vicdan azabım vardı ve daha kötüsü biraz evvel, çalışmak üzere bilgisayarın başına oturunca fark ettim ki sunumum yanımda değil. Böyle bir aptallığı nasıl yapabildim bilemiyorum...

          Zor dakikalar, zor saatler hatta zor günler geçirmekteyim. Gerginliğim doruklarda. Düşünsenize, yarın saat 11’de, son 3 yılını alamayacağı bir diplomaya harcamış ve onun ötesinde işsiz biri olabilirim. İşsiz kalma ihtimaline karşı son aylarda yaptığım planlar, geçerliğini yitirdi, belki de hep geçersizdi, ben farkında değildim. Herneyse, sonuç olarak, işsizlik seçeneği üzerinde bir çalışmam yok sayılabilir... Şayet tezimi verebilirsem, jüride beni ne kadar zorladıklarına bağlı olarak, doktora hakkındaki düşüncelerimi gözden geçirmeliyim. Eğer devam etmek ve akademik hayatta kalmak istiyorsam, Amerika’ya mamerikaya gitme işlerine girişmeliyim ki hiç bir şey gözümde bu kadar büyümüyor. Yok, kalmayı istemiyorsam, daha da başka bir çözüm yolu bulmalıyım, ki bu vermesi ve devamı en zor olan karar sanırım. Şu an için en azından 3 ihtimal görebiliyorum, kaldı ki bunlar sadece işle ilgili olanlar, bunlarla kombinasyon oluşturacak, aşk gibi, aile gibi, arkadaşlar gibi bir sürü öğe var. Aklımın bulanıklığından, böylesi belirsizliklerden nefret ediyorum...

          Bunların yanı sıra, en yakın dostum başka bir şehre taşınıyor, bir başkasının işi başından aşkın, kollarında olmadan huzur bulamayacağıma, ondan ayrı dakikaların anlamsız olduğuna inandığım adam, benle aynı evi paylaşmayı bile önemsemiyor, iş yerindeki canım oda arkadaşım yurt dışına gitmek üzere evini topluyor, onun güler yüzünün yerine kiminki gelir allah bilir, turgay desen yarın benim geçti/kaldı biramı bile paylaşamayacak kadar uzak bir şehirde. Yalnızlığın dibine vurdum...

          Pazartesi, Ağustos 20, 2007

          "Talihin pezevengi fırsattır, onunla düzüşmek istiyorsanız, önce fırsatı görmelisiniz."
          Emre Yılmaz - Şeytanın Fısıldadıkları
          7 yaşındaydım. Okumayı sökmüş, her gün, her dersten sayfalar dolusu verilen ödevleri yaparak hayatımı geçirmeye mahkum olmuştum. Kolejdeydim, okul bir bütün günümü alıyor, sabah 7’de kalkmak suretiyle gittiğim cezaevinden ancak 5’te çıkıyordum. Benim okuldan döndüğüm saatte yaşıtlarım anneleri tarafından çoktan eve sokulmuş oluyorlardı. Bir de evde kardeşim oluyordu ki, o gerek kalemimi çalarak, gerek defterimin bi sayfasına asılıp cart diye yırtarak, gerekse ödevlerimde bana yardımcı olan annemin yanımdan kalkmasına sebep olarak işimi zorlaştırıyordu. Ona karşı çıldırmamak elde değildi, zaten ben okuldayken o evdeydi ve gönlünce vakit geçiriyordu...

          Bir kaç ay öncesine kadar sadece oyun oynamayı bilen aklım ve ellerimi başka ve anlamsız işlere kullanıyordum. Canı oldukça sıkılan ben kadar, onlar da bundan şikayetçilerdi. Ağlıyor, sızlanıyordum, saatlerce kalem tutmaya alışamayan orta parmağım nasır tutmuştu. Eller alıştığından çok kullanılıyor, bacaklarsa sıranın altında sallanmaktan başka yapacak bir şey bulamıyordu. Koşarak oynanan oyunlar tenefüslere sıkıştırılmıştı. Taşıdığım çanta yerden kalkmayacak kadar ağırdı, kollarım kopuyordu...

          Bir süre sonra pes ettim. Ağlamanın, okula gitmekten dert yanmanın ve hatta anneme yaptığım tüm duygu sömürülerinin işe yaramadığını kavradığımda, 6 yılımı refah içinde tamamlamış, ancak artık hayatın dikenli yollarına atılmış olduğumu düşündüm. Bana sorsanız kaderin tokadını yemiş, feleğin çemberine girmiştim... Akıp gitmişti güzel günlerim, ilkokul, ortaokul, lise kaç yıl hepsini sorup öğrenmiştim ve öğrendiğim üç kuruşluk sayma bilgisiyle, durmadan önümde ne kadar uzun okul yılları olduğunu sayıp, yasa bürünüyordum.
          Çileli hayatımı kabullenmiş olduğum, geri kalan ömrümü anlamsız bir zaman dilimi olarak nitelendirdiğim ara, günlerden bir gün omuzlarım düşük bir şekilde ödevimi yapmak zorunluluğu ve annemin emriyle kapatılmış televizyonun önünden kalkmış, içeriye yollanıyordum. Yolda oyun oynayıp eğlenen kardeşimle karşılaştım. Ve o gün, kardeşimin omzuna kolumu atarak, belki de 7 yaşında bir çocuğun yapabileceği en derin konuşmayı yaptım:

          Canım kardeşim, haline bak, şu an ne kadar da mutlusun değil mi? Ama bilesin bu hep böyle devam etmeyecek. Daha sonra okul diye bir şey başlıyor, 7 yaşına geldiğinde sen de gideceksin. Önümüzdeki 4 yılının keyfini çıkart, çünkü okula başladığın günden sonra hayatın bir daha asla eskisi gibi olmayacak. Hep bu günlerini özleyeceksin, bak ben çok özlüyorum. Sen şimdi bol bol oyna. Hadi bakalım...

          Kardeşim elindeki oyuncakla oynamaya devam ediyordu. Dediğim hiç bir şeyi anlamamış, hatta dinlememişti bile, bundan adım kadar emindim. Bir yere varılamayacağını da fark etmiştim. Tek düşündüğüm benim yaşıma geldiğinde, onun da benimle aynı şeyleri hissedeceği, ama başına gelmeden de anlayamayacağı oldu...

          Salı, Ağustos 14, 2007



          iyi bir film, iyi bir kitap: uzun zaman oldu ne kitap yorumu yaptim, ne film. ama iki kategori icinde guzel birer ornege rastlamanin verdigi sevincle yazayim dedim. Oncelikle kitap... Adi: Son Şeyler Ülkesinde. Paul Auster yazari. "Yanılsamalar Kitabı" ile sevip, "Köşeye Kıstırmak" ile buyuk bir hayal kirikligi yasamak suretiyle sogudugum Paul Auster'i okumaktan vazgecmistim aslinda. ta ki turgay bana "Son Şeyler Ülkesinde"yi okumamı önerene kadar. Kitabı okudum, açıkçası kara ütopya, ama gerçekten o kadar da imkansız gelmiyor anlatilanlar. arka kapaktan: son şeyler ülkesi, geniş yığınların evsiz barksız yaşadıkları, hırsızlığın suç sayılamayacak kadar yaygınlaştığı, kendi canına kıymak ya da başkalarınca öldürmek yoluyla ölümün tek kurtuluş yolu durumuna geldiği kent. Anna Blume, bu adsız kente ağabeyini armak için gelmiştir. Okumazini öneririm...


          Gelelim filme, film sadece film değil harika bir müzik festivali, soundtrackine zaten sahiptim, filmini izledim ayri hasta oldum. cok seviyorum boyle, bol muzikli ve aptal amerikalilarin kahramanliklarini anlatmak yerine baska seyler bahseden filmleri... hele hele, icinde bozuk ingilizce konusan tiplemeler varsa, bir fransiz, bir rus, fevkalade:) bunu da izleyiniz efem, tavsiye olunur. super samimi, tatli, icten bi film...



          Çarşamba, Ağustos 08, 2007

          carsamba, 21:28, yine yeniden bölümdeyim. sabaha kadar yolum var...
          tatil biter, ben biterim, tez bitmez :(
          yok az kaldı az, ya bitecek ya bitecek...
          ya gecicem jüriden, ya kalıp atılcam zaten, Eylül'de bu tez bitecek anlıycagınız, iyi veya kötü...
          Dogum gunum geride kaldi, blogu takip edenleriniz bilir 27 yas bunalimina girmistim. hatta biraz abartmak suretiyle, bu dogum gununde sevinecek bir yan bulamadigimdan bahsetmistim. ama oylesine guzel bir dogum gunu gecirdim ki, tum sacma salak sardirdigim dertlerimi unuttum gitti.

          Nasıl mı gecti? dogum gunume girilen aksam tum aile bizde toplandı. teyzeler, kuzenler, dedeler... aile toplanmacası:) cok severim, hediyeler, öpücükler, sonsuz & kosulsuz sevgi dolu kocaman kucaklamalar...

          ertesi gun yani dogum gunumde babamin deyimiyle "askerlik arkadaslarim" olan 3 erkek kankim, ogle yemeginde beni quick china'ya goturdu. pasta almıslar:) çin işi yemekler yedik, pasta kestik. her bir araya gelişimizde oldugu gibi gülüp eglendik. pastanın kalanını da bölüme getireyim diye paketlettiler.

          Aksam ustu bolumdekilerle o pastayı yedik. dolustuk odalardan birine, caylarimizi doldurduk, kapiyi kapatip sohbete daldık. boylece bölüm içi partim de olmuş oldu.

          Okuldan çıkışta, sevgilim geldi beni aldı ve yemege cıktık. sonra birer kahve ictik. Akşama ise yakın arkadaslarimla bir araya gelmek icin bi yere rezervasyon yaptirmistim. Oraya gecmek uzere yola düştük.

          Ama o da ne, bizim esas oglanın isi cikmasın mı, bu arada da kankam Aslı, dolmustan indim size geldim diye aradı. naparsın, mekandan evvel eve gidersin tıpış tıpış, arkadasını almak ve sevgilini beklerken oyalanmak için. VEE eve bir girersinki sehir dısında bildiginden tut, nasıl olup haber aldıgını bir türlü tahmin edemediğin bir sürü arkadasın evdeler:D SÜPRİİİZ!!! diye bagiriyorlar... eheheee, işte o aksamım da oyle gecti.

          Ah tabi bu arada, sehir hatta yurt dısından dogum gunumu kutlayan dostlar, hele hele nerden biliyorlar, hadi biliyorlar da nasıl unutmamıslar dedigim ogrencilerim vardı dogum gunumu kutlayan:) onlar da ayrı guzellik kattı gunume...

          Yasadıgım her yılı anlamlı kılan, her günümü güzelleştiren ailem, dostlarım, arkadaslarım hepinize tesekkurler:D

          IYI KI DOGDUM! MUTLU YILLAR BANAAA :D
          Uzun zaman oldu yazmayalı, onlarca yazı konusu birikti aslında, ama biriken her işten kaçtığım gibi, bloga girmekten de kaçar oldum. Çünkü yazmayı düşündüğüm herşeyi yazmaya ne mecalim var ne vaktim, e yazmadan da geçmek istemiyorum. İki ucu boklu değnek hesabı, bloga hiç girmeyip, en azından bu konuda daha az vicdan azabı cekiyorum. cok sacma di mi... neyseki bir kac blog takipcim pesime düstü, "yazıların nerde" diyenler, "bos duracagina yazi yaz" diyenler ve hatta "bu kadar seyrek yazarsan okumaktan vazgeceriz" diye tehdit edenler bile oldu. boylece klavyeye geri döndüm. simdi hemen daha önceden yazmayi kafaya koydugum konulari hatırlamaya calisayim ve baslik baslik bir liste yapayim, sonra da basliyim yazmaya yavas yavas...
          1) dogum gunum
          2) ayagina isemek
          3) tatil anılari
          4) gri & tonlari
          5) su sıkıntısı
          6) dünyayı kurtaracak adam

          Çarşamba, Temmuz 25, 2007

          salı 00:38 bölümdeyim, yine yeniden sabahlamaca... bu tez biter mi ya??

          Çarşamba, Temmuz 18, 2007

          Arkadasim Aybars bana bugun Borderline Personality Disorders - Sınırda kişilik bozukluğu teshisi koydu. ben de kabul ettim. okudum tutuyo, semptomlar benziyo ne diyim... bakiniz eksi sozlukte soz konusu rahatsizlik icin neler denmis...

          "ha oldum ha olacam" dan ziyade bir turlu olamamakla kendini gosteren haleti ruhiye..kisinin kendini anotal müzik gibi hissetmesine yol acar. orkestrasyonda aksaklık vardır bi kuple, dunya ile senkron tutmaz bir turlu. sanki elde avucta ne varsa tukenmistir de her yer dar olmustur. "sıkıldım" desen olmaz, "insanlar cicekler bocekler" desen hic olmaz. belli belirsizdir ustelik bu haller, aile efradı dengesiz der, annane "ne oldu bu cocuga" bakısıyla suzer, arkadas ortamında huysuz olunur, bir yandan da en bi sahane dedikodu oznesidir borderline kisi. donem donem "eve kapatıcam kendimi" diye hezeyanlara duser akabinde "bana ne onlar kapatsın kendini" diye herkese uyuz olur..nihayetinde kendisi ile yasamayı ogrenmesi gereken kisilerdir iste, ruh huzuruna anca boyle varırlar.

          herseyi sinirda yasama rahatsizligidir. bir bilgenin sabrini tasirabilecek kadar saldirgan, bir kediyi sakinlestirebilecek kadar uysal, bir toplulugu gulmekten kirip gecirebilecek kadar pozitif, yanindakileri intihara surukleyebilecek kadar negatif, butun gece dansedebilecek kadar enerjik, butun gun uyuyabilecek kadar yorgun, bir haftalik isi yarim gunde bitirecek kadar hizli, yarim gunluk isi bir haftaya yayabilecek kadar yavas, bir gelincik kadar narin, bir cam agaci kadar guclu...

          gayet de guzel anlatmis ikisi de iste... biri taniyi koymus, oteki anlatmis, bana da kafayı bozmak kalmııış...
          Turgay'la piknik yaptik gecende. Ne zamandir yazicam yazamadim, bunalimdayim galiba, yazi yazmak bile gelmiyo icimden... Neyse piknige donelim. Turgay geldi, öglen bendensin dedi bi gun. borekler corekler getirmis evden. sonra atladi bisikletine markete gitti, domates, salatalik, meyve aldi bize. sonra bizim arka bahcedeki piknik masasina kurulduk, agaclarin altina. yemek yedik, ardindan benim battaniyeyi serdik yere, uzandik çimlere, bulutlar üstümüzde keyif yaptik...

          ertesi gun de benzer bir piknigi burdaki asistan arkadaslarla yaptik, ilk aktivitemizdi, bugunlerde bir ikincisini planliyoruz becerebilirsek gelecez yine bir araya...

          Salı, Temmuz 17, 2007

          "Ne olmuştu da "Seninle dünyanın her yerine gelirim" diyen Müzeyyen, durduğu yerden çekip gitmelere başlamıştı. Nerelere gidiyordu? Gelirken getirdiği bakışlar ne dalgaydı?" demiştir ya İlhami, eksiktir aslında sözleri. Müzeyyen sadece bakış değil, söz de getirir çekip gitmelerinden. Gözler daha kolay belli eder kendini, ağız daha zor, belki ondandır İlhami'nin sadece bakışlardan bahsedip sözleri bilmeyişi. Belki de Müzeyyen tek ağır bir cümle söylemiştir ona, birbirine bağlayıp tek çırpıda patlatmıştır cümleleri top misali, fırsat bırakmamıştır, önceden biriktirdiğini anlamasına. Yaralanmamış ölmüştür direk bizimki. Oysa çoğu zaman top gibi değildir, kurusıkıdır daha ziyade, öldürmez öyle kolay kolay, biriktirilen sözler… Yüklenir çantaya, taşınır oradan oraya cümleler. Bir cümle çantası olmuştur ya artık, edinilen her şeyi olduğu gibi çantayı da zordur bırakması. Omuzda gezdirilir, gerektikçe içine yenileri eklenir. Her eklenenle ağırlaşır çanta, yük olmaya başlar zamanla cümleler, iste o zaman kafası kızan Müzeyyen çıkarıp atar birer ikişer cümleleri ortaya… yersizdir çoğu zaman, hak edilmemiştir… yeri orası, zamanı o dakika değildir. anlamaz ilhami, anlamaz çoğu erkek gibi ve takmaz da, nereden çıkmıştır o cümle bir anda… canı sıkkın der, bir şeye kızmıştır der, saçmalama der geçer gider. Ok misali fırlatılan cümleleri bırakır saplandığı yerde, evin her köşesi ok dolsa, oklar kulağının yanından vızıl vızıl kaysa, sorun görmez ona saplanmadıkça. Oysa bilmez kulağının yanından kayan oklar misali, müzeyyen de avuçlarından kaymaktadır. Biraz daha zaman geçtiğinde elleri bos kalacaktır…

          Perşembe, Temmuz 12, 2007

          Bugün doktora mülakatına girdim, kafam karıştı, burası mı yerim gerçekten, emin olamadım...

          Salı, Temmuz 10, 2007

          turgay da meryem de tatilde, bölüm bom boş geliyor. hatta çok salakça olmasına rağmen, sanirim onlardan uzak olduğum için kendimi tatilde zannediyorum:) hehehe

          Salı, Temmuz 03, 2007


          Dogum gunum yaklasıyor, 27'e giriyorum. hani kucukken evlenmeyi planladıgım yaşa, butun aileyi icine toplayabilecegim ucgen ev hayallerimi gerceklestirmeye başlamam gereken yaşa, düşlediğim hayatı tamamen kurmuş olacağımı hayal ettiğim yaşa... 0-6, 7-12, 13-17, 18-26 diye gruplamıstım yaslarımı, bir basamak üste çıkıyorum anlayacağınız, 27-35'e giriyorum. bundan önceki başlangıçlar tamamen mutluluk doluydu, 7'de ilkokula başlamış büyümüş, abla olmuştuk, 13'de genç kız oluyorduk, 18'de barlara girebilecek, araba kullanabilecek, yetişkin kabul edilecektik, veli denen kelimeyi çıkartıyorduk sözlükten. oysa 27 başka bir şey, kutlayacak bir şey barındırmıyor pek içinde, "oo 30'lara dayandık, yolu yarıladık sayılır" diye sevinecek halimiz yok ya... sanırım çocuk degilim artık, belki genc bile değilimdir... saclarımın kısacık ve karman çorman görünmesi, sokakta ordan oraya zıplayabiliyor, koşturup kudurabiliyor olmam, sevmek için kedilerin peşinden gitmem, terliklerimi elime alıp yürüyebilmem, ağaçtan kiraz toplayabilmem, bir çocuğun neşesine sahip olmam değiştirmiyor yaşımı... çok fazla gösterge var cocuklugumun bittigine dair; yaz 3 ay değil, 15 gün artık. en yakın arkadaşımla iş çıkışı bi kahve içmeyi planlıyoruz, sohbet etmek için ogle tatillerinde bulusuyoruz. kıyafetler değişmiş ister istemez, dolaptaki gomlek yogunlugu artmış, alısveriste ayaklar tercih etmedigi halde şık ayakkabılar tercih edilmeye baslanmış. hesaplar baska birinin degil bizim onumuze bırakılır olmuş yemek sonrası... erkekler yakışıklı-çirkin diye değil, vakit kaybı-olası koca diye kategorize edilmeye başlamış. gözler yorgun, kenarları kırışık... eller de öyle... tadına bakılmış bir çok şeyin, bir dolu yer gezilmiş, bir sürü insan tanınmış, mutluluk da, hüzün de görülmüş, her cinsten çeşit çeşit anı kaydedilmiş hafızaya; çok fazla bilinmeyen kalmamış... zor şey 27'sine girmek, şehir değiştirmek gibi, hoşgörü ve bol not dolu liseden üniversiteye geçmek gibi, Antalya'dan Ankara'ya dönmek gibi zor bi şey...

          Pazartesi, Temmuz 02, 2007

          2 kitap aldım geçen gün, birini hani su cok sevdigim 3. sınıf ögrencilerinden tatlı Tuba tavsiye etmişti: "Felsefe'nin Tesellisi", yeni basladim okumaya, yorumlarimi bitirince yaparim. diger kitap ise felsefenin tesellisini almak uzere gittigimde, Dost'ta etrafı karıstırırken gözüme ilişenlerden biri "fakat müzeyyen bu derin bir tutku"- İlhami Algör. bunu okudum, superdi ya, adam tam benlik, psikopat gibi yazmış:) acaip yakın hissettim kendi tarzıma... arka kapaktan örnek vereyim:

          Böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. Dünyanın bütün kızılderilileri yenilir, Spartaküs kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, Sadri Alışık denen hergele, her filminde ağlardı. O ağladıkça ben de ağlardım. Ağladıkça Sadri'ye kıl kapar gıcık olurdum. Üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, Sadri'nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine.

          ve kitabin icinden hosuma giden bir kısım:
          "Ne olmuştu da "Seninle dünyanın her yerine gelirim" diyen Müzeyyen, durduğu yerden çekip gitmelere başlamıştı. Nerelere gidiyordu? Gelirken getirdiği bakışlar ne dalgaydı?"

          "durduğu yerden çekip gitmek" ne guzel bir ifade di mi ya? ya da yalniz beni mi açıkladı, benim mi hosuma gitti bilemedim...

          Cuma, Haziran 29, 2007

          bölümde ilk iletişime geçtiğim, kendimi en yakın buldugum, super samimi bi hocam var; Yasemin Hoca! daha evvel gecmistir blogda adı, ama dayanamadım, bi daha yazmak istedim, duygularim kabarmis durumda ona karsı sonra haftalarda... duysun tüm dünya, cok seviyorum kendisini:) degisik bi tarzi var, sanirim herkesi acmiyor, ama olsun...
          ayrica arkadaslari da kendi gibi. 2 arkadasi var sevdigim, hele onlardan biri tum universitede tanidigim bildigim en harika hoca: Aysun hoca! liste bası o... o bambaska bi insan, ama bizim bolumden diil:( kimbilir belki bi gun daha fazla bir araya gelme, beraber calisma imkanimiz olur onunla da, matematik egitiminde ne de olsa;)

          Perşembe, Haziran 28, 2007

          Kahve fallarında çıkar ya, yüreğimin kabarmış hallerindeyim. Tıpkı yelkenleri açıp, dümeni bırakmış gibiyim. -sız, -siz ekleriyle oluşturulmuş kelimelere indirgemişim kelime hazinemi... KararSIZım, gitmem gereken yönü bilmiyorum; ne haritam var, ne soracak kimsem, rüzgarla sürükleniyorum. İçinde bulunduğum gün için bile plan yapmamak rahatsızlık verirken bana, hayata dair belirSİZliklerle dolu aklım, kendimi tanıyamıyorum.

          Bir başka ben oldum ben... Bir günü masa başında, bir sandalyede geçirebiliyor, oradan kalkıp direk yatabiliyorum. Tüm gün yapmam gereken işleri düşünüp, her geçen gün yığıldıklarını görüp daha da endişelenerek, yine de bom boş oturmayı başarabiliyorum. Bir bilgisayar misali kitlenebiliyor ve formatlanmadan tekrar açılmayabiliyorum. Kendi kendime konuşabiliyor, kendimi içkiye verebiliyor, hatta içmeden sarhoş olabiliyorum...

          Kızabiliyorum nedensiz, küskün uyanabiliyorum. "Umut" kelimesi çıkmış gibi sözlüğümden, hele "neşe" var bile olmamışken, "mutluluk"tan bahsedemiyorum. Ancak belki bir an için gülümseyip, 3-5 dakika sonra tekrar uzaklara dalıyorum. Dağılmış boya kalemleri misali kendimi kaybedebiliyorum ve karanlıkta rengi görülmeden seçilmiş bir kalem gibi, ne renk çıkacağını bilmeden kağıda değiyorum. Herkesi dinleyip, hiç birine kulak asmayabiliyor ya da her nasihatı yerine getirmeye çalışıp hiç birini beceremeyebiliyorum...

          Vahşi doğadan alınıp kafese konan bir aslan gibi huysuz, huzursuz, kavgacı; sokağa atılmış çaresiz bir evcil kedi misali acınasıyım. Ya susuzluktan bükük boynum, ya fazla sudan çürümüşüm, tek bildiğim artık çiçek açmıyorum... Güneş fayda etmiyor, yaz gelmiş, yaz gidiyor, ama bana fark etmiyor.

          Sıkıntı var içimde yalnız... Sanki yer yarıldı tüm mutluluk kaynaklarım dibine kaçtı, ortada mutlu olmak için tek neden bulmak mümkün olmuyor. Dostlar uzak, sohbetler soğuk, her yer sıkıcı, günler bitmez geliyor. Sonsuz bir boşluğa düşmüşüm sanki ve kuyu hiç bitmeyecek hissi uyandırıyor. Masallarda olur ya, dipsiz kuyular, hatta bazılarında dünyanın öbür ucundan düşülür aşağıya, onun gibi tıpkı...
          huzurumu kaybettim... gören var mı?

          Cumartesi, Haziran 23, 2007

          bitap düstüm üzüntüden... yoruldum, yıprandım;
          sanki elinde bir bıçak, yüreğimi deşmenden...
          ama biliyorum kurudugunda göz pınarlarım, kalmadıgında ugruna dökecek gözyaşım, temizlendiginde kalp kırıklarım; azalacak acım. Akıp gittiginde, artik icimde zehre dönüşen aşkın; yanmayacak daha fazla canım... hani her karanlığın sonu aydınlığa varır, her yokuşun bir inişi vardır ya, hani hüzün her daim tek birine ait olamaz ya ona güveniyorum...