Cuma, Ağustos 20, 2010

Bütün yazı Ankara'da geçirdikten ve gereğinden fazla bunaldıktan sonra bir tatili hak ettiğimi düşünenler el kaldırsıııın! Evet tüm sevenlerime teşekkür ederim, yazın adam gibi ilk iznini alıyor ve yola düşüyorum bu gece inşallah. Sanırım bir süre yazamam...

Perşembe, Ağustos 19, 2010

Yaklaşık 1,5 yıllık birikimimi saklayan dinazor kumbaramı açtım geçen gün, 210 TL çıktı içinden :) Bir önceki sefer ancak 170 TL biriktirebilmiştim, sanırım bu sefer daha uzun dayandım. İçinden çıkan paraları yemekhanede bütünlettirdim de bir güzel, şimdi havadan geldiği hissi veren paramla ne yapacağıma karar vermeye çalışıyorum. Varsa orjinal önerilerinizi bekliyorum... 

Çarşamba, Ağustos 18, 2010

Ah şu ayılara dayı deme meselesi yok mu ve tabii geçilmesi zorunlu köprüler.
Şu hayatta beni en çok yıpratan bu sanki...

Pazartesi, Ağustos 16, 2010

The Expendables:
Kadro geniş, konu dar.

Sinemaya gitmeye değmez...

Pazar, Ağustos 15, 2010

KİTAP: Cam Irmağı Taş Gemi / Nazan Bekiroğlu
Vildan'ın tavsiyesiyle yeni bir kitap okudum, hatta kitap da kendisinin zaten. Kitabın konusu kısaca Mısır'da 3 kuşak boyunca var olan hükümdarlar ve onların mezarlarını yapan taş ustasının / yontucunun hikayesi olarak özetlenebilir. Kitapta neredeyse hiç aksiyon yok, ama bol bol tamlama, uzun uzun cümleler, dolu dolu betimlemeler var. Kitaptan altı çizilesi cümlelerden bazıları:

"Birşeye hayat vermeye kalkışan, onun içinde yaşamayı göze almalı."
"Hünerin iltifata tabi olduğunu bilecek denli insan ruhuna tanıdık olan hükümdar, yontucuya bir sınır çekmemişti."
"Ama, diyordu cam ustası hemen arkasından, cam, sert ve kırılgan da olmalıydı, biri olmazsa camın camlığı eksik kalırdı. Kırılıyordu, demek kalbi vardı ama bir kez kırılınca bir daha toplanmıyordu. Toplansa bile eskisi gibi olmuyordu ve kalp bu yüzden en fazla da cama benziyordu. Denk geliyordu, şeffaflığın, camın en önemli özelliği olduğu çıkıyordu ortaya. O kadar şeffaftı ki cam, içi ile dışı birdi, karanlığı, gizlisi saklısı yoktu, samimiyetin ta kendisiydi. Ama onu var eden saydamlığıu, hacmini boşlukta görünmez kılıyor, yokluğuna da neden oluyordu aynı zamanda."
"Yaşanan, yaşanmamışlığının tanığını yekdiğerinde bulunca baş başa vermiş iki suretten biri diğerine aşkın kelimesini sordu; diğeri gülümsedi ve ona aşkın, bu dünyadan olmayan bir zamanda, bütün ruhların toplandığı mekanda, ruhun, sözleştiği ve seviştiği tanışını bu dünyada hatırlaması olduğunu anlattı. Ama, dedi biri, hesapta ruhun, tanışını bu dünyada hiç bulamaması, ona rastlayamaması var. Diğeri, buldum zannedip de yanılmak var diye ekledi. Bulup da tanıyamamak var, dedi biri. Ve ki bulup da onun tarafından hatırlanmamak var, diye tamamladı diğeri."
"Değil mi ki kimi taş gemi oldum cam ırmakların üzerinden yüzmeye kalkıştım; kimi cam ırmak oldum taş gemilerin bağrımda yüzmesine alıştım. Ama her halde de sadece cam ırmağın değil taş geminin de kırıldığına tanığım. Netice: Cam ırmağında taş gemi yüzdürmeyi bir türlü başaramadım."

Cumartesi, Ağustos 14, 2010

Zamanımızın paradoksu (The paradox of our time) George Carlin

Daha yüksek binalarımız, ama daha kısa sabrımız var;
daha geniş oto yollarımız, ama daha dar bakış açılarımız var.
Daha çok harcıyoruz, ama daha az şeye sahibiz;
daha fazla satın alıyoruz, ama daha az hoşnut kalıyoruz.
Daha büyük evlerimiz, ama daha küçük ailelerimiz;
daha çok ev gereçleri, ama daha az zamanımız var.
Daha çok eğitimimiz, ama daha az sağduyumuz;
daha fazla bilgimiz, ama daha az bilgeliğimiz var.
Daha çok uzmanımız, ama yine de daha çok sorunumuz;
daha çok ilacımız, ama daha az sağlığımız var.
Çok fazla alkol ve sigara tüketiyoruz, çok savurganca para harcıyoruz,
çok az gülüyoruz, çok hızlı araba kullanıyor, çok çabuk kızıyoruz,
çok geç saatlere kadar oturuyor, çok yorgun kalkıyoruz,
çok az okuyor çok fazla TV izliyoruz ve çok ender şükrediyoruz.
Mal varlıklarımızı çoğalttık, ama değerlerimizi azalttık.
Çok konuşuyoruz, çok az seviyoruz ve çok sık nefret ediyoruz.
Geçimimizi sağlamayı öğrendik, ama yaşam kurmayı öğrenemedik.
Yaşamımıza yıllar kattık, ama yıllara yaşam katamadık.
Aya gidip gelmeyi öğrendik, ama yeni komşumuzla karşılaşmak için caddenin karşısına geçmekte sorunumuz var.
Dış Uzayı fethettik, ama iç dünyamızı edemedik.
Daha büyük işler yaptık, ama daha iyi işler yapamadık.
Havayı temizledik, ama ruhumuzu kirlettik.
Atoma hükmettik, ama önyargılarımıza edemedik.
Daha çok yazıyoruz, ama daha az öğreniyoruz.
Daha çok plan yapıyoruz, daha az sonuca varıyoruz.
Koşuşmayı öğrendik, ama beklemeyi öğrenemedik.
Daha fazla bilgiyi depolamak, her zamankinden daha çok kopya çıkarmak için daha çok bilgisayarlar yapıyoruz, ama git gide daha az iletişim kuruyoruz.
Zaman artık, hızlı hazırlanan ve yavaş sindirilen yiyeceklerin; büyük adamlar ve küçük karakterlerin; yüksek kârlar ve sığ ilişkilerin zamanıdır.
Günümüz artık, iki maaşın girdiği ama boşanmaların daha çok olduğu, daha süslü evler, ama dağılmış yuvaların olduğu günlerdir. Bu günler, hızlı seyahatler, kullanılıp atılan çocuk bezleri, yok edilen ahlakî değerler, bir gecelik ilişkiler, obez bedenler ve neşelendirmekten sakinleştirmeye hatta öldürmeye kadar her şeyi yapabilen hapların olduğu günlerdir. Vitrinlerde her şeyin sergilendiği, ama depolarda hiçbir şeyin olmadığı bir zamandayız.
Öyle bir zaman ki teknoloji bu mektubu size getirebilir, siz bu içselliği ya paylaşmayı, ya da sil tuşuna basmayı seçebilirsiniz.

Cuma, Ağustos 13, 2010

Saat her şeyi sorgulama zamanını vurduğunda, kendini didik didik didiklemeye başlarsın; işini, aşkını, (...) bunca zamandır yapmış ve yapmakta olduklarını.

Çarşamba, Ağustos 11, 2010

Bir gün evvel marketten mini boy ekmekler almıştık. Dünse kocam kahvaltı için onların içini bir güzel doldurmuş, harika birer sandviçe çevirmişti. Biz de evden çıkana kadar onların ne güzel olduğundan, nasıl da özene bezene hazırlandığından, aman da aman içine çekirdekleri ayıklanmış biberle domates de konduğundan falan bahsetmiştik. Yolu neredeyse yarıladığmızda kocacım sandviçleri aldın di mi dedi, her zamanki gibi sen aldın ben aldın kandırmacası yaptığımızı zannettim, muhtemelen o da öyle zannetti, sende-bende şeklindeki 5. tur şakadan sonra, kimsenin şaka yapmadığını fark ettik. Bu sefer niye almadın, ben dediydim, sen dediydin, duymadıydım, mutfaktan kim aldı, benim elim doluydu, haberim yoktu konuşmaları gerçekleşti. Peşi sıra aç kaldığımıza, ardından da 40 derecelik evde akşama kadar kokuşacak olan sandviçlerimize üzüldük. Önce Kafes'te durup, sandviçin birine 5 TL vermek üzere, iki sandviç aldık. Bu durumda açlık problemini halletmiş olsak da, bizimkiler evde pişmeye bırakılmışken, sandviçlere bu kadar para bayılmamız içimize yeni bir dert oldu. Ben de dayanamadım, annemi aradım, bizim eve gitmesini ve sandviçlerimizi dolaba koymasını istedim :) Yüzsüzüm ya, siz yiyin falan demedim, dolaba koyun da yarın yeriz dedim. Annem bir posta söylendi, olmaz molmaz dedi. Evimi bilmeyenler merak etmesin, annemle evlerimiz çok uzak sayılmaz, 10 sandviçlik benzin yaktırmadım yani. Neyse akşam eve gidip bir de baktık ki anne kıyamamış gelip dolaba koymuş sandviçlerimizi :) Kocacım da bu sabah onları tost makinesine koyup bir güzel ısıttı, harika oldu ve ben de demin yediiim, siz de hani bana hani bana dediniiiiz...

Salı, Ağustos 10, 2010

Geçen seneden bu yana aldığım 5 kilo kendini kanıtlamak ve hatta gözüme sokmak istercesine, ayna vasıtasıyla bana saldırdı, sözlüden ziyade görsel bir saldırıydı bu; kendisi kapri pantolonumu, bir tayta çevirdi! Gerçi ben oralı olmadım, taytımla çıktım sokağa...

Cuma, Ağustos 06, 2010

Kadın dediğin bir garip yaratık; öyle bir yaşı geliyor, öylesine bir boşluğa düşüyor ki, o zaman diliminde karşısına çıkan her adamın altına bir beyaz at verme, kafasına bir taç giydirme çabasına giriyor. Dolanıyor sokaklarda; kendiyle beraber yularından tutmuş bir atı gezdiriyor, diğer elinde kendi tasarımı bir taç sallanıyor. Gözüne kestirdiği erkekleri yakalayıp kolundan, kıyafet balosuna hazırlarcasına bir prense benzetmeye çalışıyor, oysa çoğu zaman erkek neye benzetilmeye çalışıldığından bile habersiz. Gel gör ki kadın azimli, sabrı bitmek tükenmek bilmeyen bir heykeltıraşmışcasına ince ince işliyor; elinde bir toplu iğne, graniti adama benzetmeye hevesleniyor. Sonuç tabii ki hayal kırıklığı, ama o yılmıyor çamurlu göldeki bir diğer kurbağaya şans tanıyor, bir ümit onu öpüyor…

Bu arayış içerisinde kadının başına gelebilecek en güzel şey beyaz atlı prensle karşılaşmakken, en kötüsü onun taklidiyle karşılaşmak oluyor. Hani kadın dediğin bir garip yaratık ya, yalanı en kolay yakalayan o olmasına rağmen, en kolay yutan da o oluyor; aslında inanmıyor da daha ziyade kendini kandırıyor. Yalanı en iyi söyleyen de o ya, ne çıkar, en dolambaçlısından bir tane de kendine söyleyiveriyor. Prens taklitçisi takmış plastik bir tacı, elinde yapay kırmızı güller, bizim prensesi eşeğinin terkisine atmış kumsallarda geziyor. Prensesimiz büyülenmiş, her şeyi güllük gülistanlık görüyor, yalanın bini bir para, gerçekler gözüne gözüne battıkça, o örtmek için gerçekleri, kendine söyleyiveriyor bir yalan daha. Ama yalancının mumunun ancak yatsıya kadar yanmasından mütevellit, bu yarısı yalan, yarısı hayal hikâye fazla uzun sürmüyor, eşek çöküyor, taç yakından bakınca parlamıyor, güller mi? Onlar zaten kokmuyor. İşte bir kadının kalbi de en çok böylesi bir hikâyeye dâhil olunca kırılıyor, en büyük pişmanlığı bu oluyor, aslında yalanların en az yarısının kendi kendine söyledikleri olduğunu es geçip, bu hikâyede nasıl rol aldım diye üzülüyor, gözyaşı döküyor, gözyaşları aktıkça kızıyor, kendini yıpratıyor. Ve masal gökten üç kurbağa düşmüş diye sonlanıyor.

Not: Resim tarafımdan çizilmiş ve bu yazı A.K.'ya ithafen yazılmıştır...

Perşembe, Ağustos 05, 2010

O kadar hızlı yaşıyoruz ki hayatı, 30’una gelmeden 60’ına merdiven dayıyoruz. Hal böyle olunca henüz 5 yıl çalışmışken emeklilik hayali kuruyoruz…

Çarşamba, Ağustos 04, 2010

Tamam, gıcığım, ayrıca herkesi koruyup kollamak benim görevimmişçesine çobanım, dolayısıyla kimi işlere gereksiz burnumu sokarım, çabuk öfkelenirim, hatta asabiyim, sonracığıma sivri dilliyim, tüm bu kötü özellikleri kabullenmiş vaziyetteyim; ama gel gör ki bencillik bu özelliklerden biri değil (tabii bence). Ancak 30 yıllık hadi ilk 5’ini sayma, 25 yıllık hayatımın en bencilce düşüncesini keşfetmiş bulunmaktayım. İtiraf ediyorum, arkadaşlarımın sevgilisi olmasın, sadece benim sevgilim olsun! Şayet arkadaşlarımın sevgilileri arkadaşım olabilecek nitelikteyse, o zaman bu kararı kaldırabilirim. Eğer arkadaşım olabilecek cinsten insanlar değilse, bir diğer deyişle onlara kanım kaynamazsa, yine de arkadaşlarım için şöyle bir fedakârlığa razıyım, ben sevgilimle romantik saatler geçirirken, onlar da sevgilileriyle buluşabilirler :) Ancak geri kalan zamanda bana ait olmalılar! Yani kimsenin ağzından bugün Burak/Ezgi ile buluşacağım, seninle görüşemeyiz/istersen sen de bize katıl gibi laflar duymak istemiyorum. Bu da böyle biline…

NOT: Görsel Andy Riley / Selfish Pig

Salı, Ağustos 03, 2010

Bu ne sıcak, bu ne bunaltıcı hava, utanmasam yalnız kafama şu pervaneli şapkalardan bir tane takıp, çıplak gezeceğim. Yapacak bir şey yok. Bölümde yazlıkta gibi dolaşıyorum. Zaten 3-4 kişi var toplasan. Şekil 1.a'da bugünki kıyafetimi görebilirsiniz.