Tamamlanmamis bi yazimı buldum ve neden bunu da yayinlamayayim dedim:)
Bir Ekim gecesiydi; yeni başlayan sıradan bir sonbahar ayının, sıradan
bir gecesi ta ki o gecede karşılaşan iki kişinin tuhaf tanışmasına
kadar… Biri erkek, diğeri kadın; konuşmalarının “naber, nasılsın?”la
sınırlı kalması gereken, başka şehirlerin, başka hallerdeki, bambaşka
kişileri...
Güzün büyülü havası mıydı çarpan, o tanıdık hal tavır mıydı çekici
gelen, samimiyet miydi o sıcaklığı doğuran bilinmez; ama olmayacak
olamayacak bir şeyler oluyordu. Tek gerçek vardı, sanki hepsi rüyaydı.
Işık hızıyla gerçekleşen, önüne geçilemeyen, dudaklara gülümseme
özgürlüğünü verip, dişleri aradan görünmeye iten bir takım şeyler.
Bastırdıkça fışkırıyordu dipteki her şey sanki. Hiçbir şey karanlıkta
kalmak istemiyor, her şey güne kavuşmak, gerçeğe dönüşmek istiyordu...
Bir Ekim sabahıydı, beraber edilen dostça bir kahvaltı, ta ki erkeğin
kızın kulağına fısıldadığı “seninle çok tuhaf bir arkadaşlığımız var”
cümlesine kadar. Sonrasında kaynaşan ılık nefesler, birleşen dudaklar…
Dostluk çizgisi geçilmiş, yasak meyve yenmişti. Paylaşılan suç ekstra
yakınlık sağlamıştı sanki. Susmaz olmuştu telefonlar ve telefona giden
ellere söz geçirse bile beyin, düşünceleri durduramıyordu. Bir minik kuş
girmişti yüreğe, çıkmıyordu. Kanatlarını çırptıkça çırpıyor, çarpıntı
yapıyordu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder